4 Kasım 2017 Cumartesi

Adanın Atları


   Atlara üzülüyorum. Dünyanın insanların tekelinde olmadığının bilincinde olan biri olarak fazlasıyla üzülüyorum. Ama her zaman üstüne basa basa anlattığım dilime pelesenk olan söylemim var ya, bizler hiçbir zaman doğru adrese tepki vermiyoruz. En akıllımızdan en aptalımıza,en naziğimizden en cahilimize kadar akım neredeyse tepkimiz de o adreste oluyor. 
   "Adanın atları ölüyor o zaman ata binme atlar kurtulsun". Hayatımda gördüğüm en şaşkın adresli tepkilerden biri de bu işte. Çünkü ilkel,çünkü aslında çözüm değil,çünkü etraflıca düşünülmemiş,çünkü medeniyetten uzak.
   Bütün söylediklerim tuhaf değil mi? Nasıl olur?
   Baylar,bayanlar çözümsel tepki "Atlara binme atlar kurtulsun" olmaz,olamaz. Çünkü medeniyet dediğin şey sanatından bilimine belli bir kapital temeli üzerine kurulmuş inşadır. Burada sorun olan şey atların ölmesi değil neden ve nasıl öldüğüdür. Ama dediğim gibi bizler her zaman yanlış adreslere saldırıda bulunduğumuz için sorunun merkezine gitmiyoruz. Ülke prestiji için tek bir aileye akıl almaz ödenekler harcayabiliyor ama tarihi anlatımı olan bir resim için ödenek aklımıza gelmiyor. Burada faytoncunun geliri ile atı doyurma gideri arasında dengesizlik mi var? Bu adamlar vergi indiriminden vs. mi faydalanmalı,belediyenin-devletin faytonculara destek ödeneği mi olmalı. Bu faytoncuların atları aç bırakması gelir gider tablosundaki dengesizlikten mi,kötü niyetten mi? Yabancı memleketleri gezenler anlatır, "Gittiğimiz yerde tarihi binadan başka hiçbir şey yoktu. Yüz yıllık evlerini satıyolar başka bir şeyleri yok...vs.." Tarih para kazandıran bir şeydir. İlgi gösterirsen,bakarsan. Tarih bir kültürdür ve kültür gelir getiren bir şeydir. Eğer sen bu fayton kültürünü" Ada'yı bok kokutan taşımacılık" dışına çıkartmazsan ölen sadece atlar da olmaz.
   Ben bu yazıyı atları öldürmeye devam edelim diye yazmıyorum. Ben yanlış adreslerde çözüm aramayı bırakın artık diye yazıyorum. Tarih denen şey sadece çeşme,bakraç değildir,hareket eden tarih vardır unutmayın diye yazıyorum. "Atlara binmeyin" kampanyası kadar "Atları hakkıyla hukukuyla yaşatmaya mecbur edelim" kampanyaları da kurgulayalım diye yazıyorum.
Ben bu yazıyı AZ düşünmeyi bırakalım artık, ÇOK-ÇOKLU düşünmeyi öğrenelim tavsiyesi için yazıyorum,atlar bahane

                                                      

17 Ekim 2017 Salı

Keşgek Dağları Ve Şehirli Kadın

Geçen hafta olan şeylerden bazıları şunlardı: Aile kahvaltıda toplandık,Almanya'da büyümüş Karadağ kökenli bir arkadaşımla Büyükada'ya gezmeye gittik. Buket Uzuner'in bir öykü kitabını okudum,Elif Şafak TEDX konuşmasında biseksüel olduğunu ve bunu kamusal alanda konuşamadığını açıkladı. Liv Ulman'ın 'Değişim' adlı kitabına başladım.
Bütün bunlar birbirinden ayrı olaylar gibi görünse de benim hayatımda düşüncelerimin oluşmasında büyük şansım olarak gördüğüm eş zamanlı tesadüfler zenginliklerinden biriydi.
"Bir Erkeğin Dayanılmaz Bilinçaltı Tutkusu" okuduğum ilk Uzuner öyküsüydü. Bir sabah uyandığında kendini kadın olarak bulan erkeğin bir günü. Sokağa çıktığından itibaren bakkalından taksicisine kültür derecesi ne olursa olsun sarkan laf atan adamlarla geçiyor günü.Günü tamamlayıp eve gittiğinde adet kanaması ve o kalın yastık gibi pedi bacak arasında taşıması vs..kadının günlük yaşantısındaki zorluklar.
Ertesi gün kahvaltıda annem köy anılarını anlatıyor;Kuzeni, kocasını askere gönderdikten sonra bir gün şehre alışverişe iner( biz çarşı deriz bu ziyarete),çarşıya iner. Nasıl olduysa geç kalır dönüşte,belki bir minibüslük geç kalma. Öyle saatler süren geç değil. Kuzeninin o yarım saat, bir saatlik gecikmesindeki dedikodu malzemesi şöyledir:"Gıııızzz! E onu asgelle (askerler) Keşgek dağlana çekivemüşledürr!.."(çekivermişlerdir yani tecavüz etmişlerdir) "Allah allah!" diyo annem çocukluğunu hatırlayarak ,"Akıllara gelen şeye bak! bacak arasından başka bişey değil". Sonra benim kuzen "Ne düşünsünler hala?" dedi "Ülke siyaseti mi konuşsunlar,bildikleri tek şey bacak arası,yorumlar,konuşmalar da bacak arası doğal olarak"
Kahvaltıdan ayrılıp Büyükada'ya geçtik. Karadağlı arkadaşımın annesini tanıyorum. Orada sohbet sohbeti açarken,arkadaşımın anlattıkları derken okuduklarım,izlediklerim tek tek gözümün önünden geçti.'Köylülük' tanımımı tarif edeyim önce de sonra yanlış anlamalara meydan vermeyelim. Köylülük derken benim tarifim kapalı olmak,toprağa bağlı olmak,değişkenliğe açık çok olmamak,toprağını ve kendini muhafaza etme güdüsü ve zaman zaman da bu koruma güdüsünün getirdiği cehalet gibi şeyler.Köylü olmak,köylülük dünyanın her yerinde var.Fakat bakıyorum başka ülkelerde köylü muhafazakar bile olsa evrensel olabiliyor. Dünya ile ilgileniyor. Dünyanın bir parçası olduğunun farkında. Okuduğu tek kitap incil bile olsa evrenselliğinin farkında.Beynini bir kutunun içine sıkıştırmamış. Evet kapalı bütün toplumlarda seks birincil konudur ama evrensellik bu konuya yumuşaklık,şefkat getirir.Bir saat geç gelen gelinin başına bir iş gelmiş olabilir illa asgelle Keşgek dağlana çekmez.
Arkasından Elif Şafak'ın itirafı. Üstelik en olmadık şekilde bir itiraf(sözde itiraf,çoğu kişi buram buram reklam kokusu aldı)
Köylü için muhafazakarlıktan dolayı birincil sorun bacak arası diyelim, ya şehirli? Arkadaş şehirli kadının kadınlığından ve cinsinden,cinsiyetinden başka sorunu yok mu? En önemli sorunumuz bu mu? Türkiye'nin en çok satan kitaplarını yazan yazarısın hala çözemedin mi bu sorunu? Kim senin kaç kişiyle nasıl seviştiğini sorguladı da sen bunu açıklamaktan korktun bugüne kadar?Aslında benim esas tepkim şu, bu konu senin neden sorunun oluyor?Neden açıklama ihtiyacındasın? Sen bunu neden sorun olarak hayatında tutuyorsun? Sen tutuyorsan  kasaba insanı ne yapsın? Bu kadar mısın,bu kadar mıyız? Bu yüzden kasabalı moderniteyi her yerde her şartta sevişmek ile karıştırıyor. Çünkü daha şehirli o köylü kafadan, Keşgek dağlarından kurtulmuş değil.
Şehirli kadın, kadınlığını bir yere oturtabilmiş değil. Kadınlığı ile barışık değil. Her ay bacak aramızda ped taşımak zorundayız. Çile bülbülüm çile. Abi erkek doğduğundan beri bacak arasında pedden daha şişik bişey taşıyor ve hiç şikayeti yok. Gayet gurur ile taşıyor. Pedimizle barışamaz mıyız? Pedimizi gurur ile taşıyamaz mıyız?
Ve Liv Ullman.. Şehirli bir kadın. Kuzeyin o soğuk karakterinin içinde bile şehirli kadının sorununu nasıl incelikli anlatmış. Onun için,onlar için şehirli kadının tek sorunu memeleri değil çünkü. Kalabalıklar içindeki yalnızlığı, 24 saat çalışsa bile asla kendine ait alanı olmayışı, anlaşılamama, kendine kendinden başka kimsenin şefkat göstermeyişi,kendi içindeki kaynakla kendini beslemek,büyütmek zorunda oluşu ve daha bir çok şey inanın bana ayda dört gün kullandığımız pedden daha büyük sorun.
Ülkemde çok güzel kadınlar var.Benim çok güzel kadın arkadaşlarım var biliyorum ve bu bana kıvanç veriyor. Ben diyorum ki, beyinlerimizi Keşgek Dağları'ndan kurtaralım. Kurtaramayanları iyileştirelim çünkü bu ulusal bir hastalık,şehirli kadınn daha büyük sorunlarını örten hastalık. Ve kadınlar ,nasıl ki bir erkek bacağının arasındaki şişkinliği 30 gün gururla taşıyor bizler de dört gün pedimizi gururla taşıyalım.

6 Ekim 2017 Cuma

Durun!! Siz Kardeşsiniz!!

Yanımdaki masada Yunan kökenli bir aile vardı. Sanırım İstanbul'un gayrımüslim tabir edilen yerlilerinden. Yunanca ve Türkçe karışık konuşuyorlardı,yaşlıydılar. Yine yaşlı bir erkek arkadaşları geldi,şakalaştılar. Aralarındaki espiri her ne ise,kadınlardan biri "ver mehteri " gibi birşey demek istedi ama cümleyi oturtamadı. Oydu buydu derken "mehter marşıyla gelirsin,İzmir marşıyla gidersin" de tamamlayabildiler cümleyi.
Ben yunan kökenli birinin bu deyimi bu kadar benimsemişliğini garipserken her zaman agresif çalışan zihin refleksimle "Lanet olsun siyasete,siyasetçilere,devletlere,sınırlara.. Bölmeyin lan insanları!" diye içimden geçirirken "şu şahitliğimi dostlarıma yazayım" dedim.
Sosyal medya gruplarından birinde yazarken bir dikkatsizliğimizi daha farkettim. Bizler aynı topraklarda devlet diye bir kurum olmasa gayet güzel yaşayacakken bu espiri devlet televizyonu eğlence programında bile uzun yıllar nasıl rahat kullanılmış. Halbuki birlikte yaşadığımız ne çok Rum var.
Merak ediyorum,matematik yaparsak bu tür fanatik cümleler bir milleti olası saldırıya karşı güçlü mü tutar yoksa sıcak savaşın olmadığı topraklarda 'sen-ben'i mi canlı tutar. Kârlı olan politika hangisidir tüm insanlığı ilgilendiren?

5 Ekim 2017 Perşembe

Vapurda Çay

Yıllar yıllar önce birinden duyduğum bir hikayeydi o yüzden yanlışım olabilir; Vakti zamanında Galata Köprüsü'nde bir çaycı varmış. Adamın biri çayın yanında limon isteyince güzel bir azar işitmiş çaycıdan " Çay içmeyi bilmiyosan çorbacıya git" diye. 'İşini sanatla yapmak ' diye bir deyim vardır. İçinde ruh olan herhangi bir şeyi sevmemek mümkün değildir. Onun bir yerlerde bir kimselerde mutlaka ama mutlaka saygınlığı vardır. İnsanlar o estetik ruhu kaybedeli 'güzel' tanımı da doğal olarak değişti. Karanlığın içindekini,görünmezin arkasındakini göremez oldu.Niteliğin yerini nicelik aldı ve o yüzden daha fazla ışıltılı,daha fazla pahalı en enler favori oldu. O yüksekler,enler sanatın,estetiğin yerini aldı.
Basit, hala bile süren 'vapurda çay' sevinci vardır. Halbuki vapurdaki çay ruhunu çoktan kaybetti. Çünkü çaycı işini sanatla yapmayı bıraktı.Çünkü çaycı ruhunu bıraktı o enlerin kaba dünyasına.
Bugün vapurda çay içmek istedim.Çayı dolduruşundan,ayarına,servisine kadar her şeyiyle yüzüme tokat yiyor gibiydim.
Bu resim vapur çayı değil. Bu iş öncesi poğaçacıdan gırtlak ıslatmak için alınan çay bile değil. Bu gördüğünüz bir küfür. Çaycının bana,kendine yaptığı bir küfür.
Belki de dindeki küffarlık böyle bişeydir. Estetiği,ruhu,aşkı,hayalleri,şiirleri katletmektir.

15 Ağustos 2017 Salı

Şehir içi Seferle Ülke Kritiği

Bir şehir içi seferle ülke kritiği ister misiniz?
Yine dün Suadiye'den Bostancı'ya yürüyüş yapıyorum,tam IDO'nun orada iki kız ter kan içinde neredeyse ağlamaklı Bakırköy'e nasıl gideceğini sordu. Adalardan dönmüşler sanırım. Deniz otobüsünü gösterdim,kapanmış olduğunu söylediler,son sefer 20:00'deymiş. Durakaldım. Yaz günü,havanın saat 10'dan önce kararmadığı bir mevsimde,tatil mevsiminde saat sekizde son sefer!.. Yaz kış ulaşımı,iletişimi değil kesmek,daha fazla ne yapabilirim,24'e,01'e nasıl çekerim diye kafa yoracaklarına aşağı çekmişler. Geçen senelerde olimpiyat adaylığına oynayan,metropol denen,eyyyy bilmem ne denen şehrin iki yaka arası ulaşım saatleri köy minibüslerine dönmüş. Yetiştin yetiştin,yetişemedin sepetin ve satamadığın yumurtalarınla kal kenarda,ertesi günkü hareket saatini bekle. Ve içimin acıdığı şu, 20 milyonluk şu şehirde biz halkın sözü,istekleri asla asla dikkate alınmıyor. Biz,halk şehir seferleri gibi basit bir konuda bile kendi ihtiyaçlarımız için hiçbir şey yapamıyoruz. Bunun sebebi çok açık;biz ülke olarak durumu geniş perspektiften görüp,kendi problemimiz olmayan işlerle yeterince empati yapmıyoruz,yeterince birleşip işi sonlandırana kadar tepki göstermiyoruz. Daha bu hafta İzmir'de iki kadın kıyafeti yüzünden polisler -polisler-tarafından tartaklandı. Bizler o polislerin istifasını görene kadar olay çıkarmadık. Ve bu olay 400 gece bekçisinin provasıydı. Olayı büyük açıyla görseydik İran'ın ahlak polislerinin ilk adımlarının atıldığını görürdük. Bizler hani diyoruz ya Anıtkabir'e dokunursanız şu olur,bilmem neye dokunursanız bu olur,şöyle asarız böyle keseriz!.. Size açık açık söylüyorum,geçmiş olsun hiç bir bok yapabileceğimiz yok. Türkiye'de sivil bir devrim oldu ve biz izledik,ve hepimiz oradaydık. Bizler bırakın cumhuriyeti,Anıtkabir'i asla şehirlerimize,yol seferlerimize bile sahip çıkamayan iyilikten salyaları akan eblek bir milletiz. Hiç gücünüze gitmesin bir hatayı medya acındırarak verdiğinde bile yönümüz değişiyor olayın hata kısmını unutup kişiye acıma kısmına geçiyoruz.Geleceğimizi "Yapmazlar ya!. Yok canım o kadarına da cesaret edemezler.."duygusallıklarına terk ediyoruz.  Balıklar bizden daha uzun süre akılda tutuyordur yaşamın seyrini inanın bana. TC. İyiydi,merhumu iyi bilirdim,nurlar içinde yatsın.

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Evlat Bir Aşktır

  
  Eğer iyi bir evladınız varsa dünyaya karşı daha dik olursunuz.Çünkü dünya sadece kalbinizin çekirdeğinde kendinizi yapayalnız hissettiğinizde sizi yenebilir. Ve o yalnızlık kimsesizlik kılıfında sevilmemenin yıkıntısıdır aslında. İyi bir evladınız varsa yüreğinizin çekirdeği hiçbir zaman savunmasız kalmayacaktır. Aşktır yüreği dolduran.İyi bir evladınız varsa tükenmeyen aşkın sahibi olacaksınızdır. Aşkı tanımlamak için dünyadaki insan sayısı kadar tarif gerekebilir.Tek tarife sığıması mümkün değil. Nereden mi biliyorum? Çünkü benim iki evladım var ve iki ayrı aşk tanımım var. İkisi de yüreğimin içinde. İşin ilginç tarafı ikisi de birbirinin yerine geçmeden,birbirinin yerini kaplamadan her biri bütün kalbimi kaplayan aşklar. Boşuna uğraşmayın anlamak için fizik kuralları içinde mümkünü yok bunun. Ama gerçekliliğine yemin edebilirim.
   Dünyaya gelmek için hiçte benden izin alma gereği duymayan oğlumun bugün doğum günü.Şaşkınlıklarımın öğretmeni oğlum. Var olduğuna şahit olduğunuz şeylerin varlığını kabul etmeniz tevekkülünü öğreten öğretmenim.Var olan her canlının hatta cansızın sizin kontrolünüz dışında içsel bir erki olduğunu ve sizin asla o öze müdahale şansınızın olmadığını öğreten öğretmenim. Aşkın müdahalesiz bir coşku olduğunu,sahiplenme denen şeyin söz konusu aşksa olanaksızlığını idrak ettiren öğretmenim. Ve eğer başka bir yürek kapılarını kendi açmıyorsa o kapıdan girmenizin söz konusu olmadığını kafama çaka çaka öğreten öğretmenim. Ve aşkın bilmek olduğunu,o kapıdan içeri girememişseniz bile sizin yüreğinizde var olduğunu,o kapının içindeki yürekte sizin oturduğunuzu bilmenin duygusunu anlatan öğretmenim.
   İyiki doğdun evladım. İyiki varsın. Seni düşündüğüm zaman ilk aklıma gelen,bana baktığında gözbebeklerinde kendimi görmenin kıvancını yaşadığım o kocaman gözlerinden öperim.
Allah kendi kıymetini bildiğin,kıymetince yaşadığın ömür versin tüm evlatlarla beraber


    




19 Haziran 2017 Pazartesi

"Ata" bir umut

Bugün size anlatacaklarım iki gün öncesinin hikayesi. Hemen hemen aynı şeyleri o anın heyecanı ile daha hızlı olduğu için facebook sayfasında paylaşmıştım.Tekrar olacak ama olsun, burası madem ki günlüğüm burada da bulunsun.
Cumartesi günü tek sevgi üzerine iki ayrı olay yaşadım.İstanbul'un iki ucunda iki ayrı işim vardı. Sabah Florya'daydım.İşimi bitirdim ve jet hızıyla Bostancı'ya dönmem gerekiyordu. Söğütlüçeşme'de metrobusten inip sarı dolmuşlara bindim. Gördüğünüz Atatürk'e ait bir kitap okuyan beyefendinin fotoğraflarını çektim.(izinsiz :/)


Şöyle bir not yazmıştım facebooka:
"Yaş kaç olursa olsun okurken önem arz eden şahsiyetler vardır. Verdikleri dersler bitmez,altı çizilir"

Aynı günün akşamı evde cereyan eden olay şöyleydi : cüzdanımdan 100 lira kaybolmuştu. Genel olarak paramın miktarını,çantamda ne olduğunu bilmeyen ben o paranın cüzdanımda olduğunu çok iyi biliyordum çünkü dörde katlanmış ve ters duruyordu. cüzdanına para koyarken Atatürk'leri üst üste getirme takıntısı olanlardanım ama bir yandan da obsesyonlarımı yenmeye çalışan üzerine giden biriyim. Ters duruşu gözüme çarpmıştı ve kendime "hastalıklı olma tersse ters,öyle kalacak" demiştim.
Akşam eve geldiğimde baktım yerinde yok. Şüphelendiğim biri de var oradan alacak. Oğlumla "nasıl olur,vay..."diye konuşurken takıntılardan şunlardan bunlardan söz açıldı.Bu arada ben de sesli olarak "Eh ne bekliyodun,Atatürk'ü ters koyarsan böyle olur işte,hak ettim.." diye söyleniyordum. Oğlum ilkokuldaki sıra arkadaşını anlattı bana. Çocuk üstün zekalılar okulunda falan okumuş. Ben de tanımıştım,efendi tertemiz bir çocuktu. Parayı dik tutup öteki parmağınızla topaç gibi çevirdiğiniz oyun vardı ya,çocuk onu oynarken asla Atatürk'lü tarafa vurmazmış. Ben bu hikayeyi duyunca nasıl zevklendim mutlu oldum anlatamam.Çünkü Atatürk öyle bir kişilik ki,7'den 70'e ,dinlisinden dinsizine,cahilinden okumuşuna,milliyetçisinden evrenselcisine  öyle bir sevgi ki sevginin de ötesinde bütünleyen bir güç.Bizi birbirimizden ayırmaya,bölmeye ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar hepimizin toplanacağı bir adres Atatürk. O, çok büyük bir aşk ve ben onunla ilgili böyle sevimli ayrıntıları gördükçe,duydukça çok umutlanıyorum bu insanlık iyileşecek diye.Sait Faik'in dediği gibi "Dünyayı gizellik kurtaracak/Bir insanı sevmekle başlayacak herşey"
Cumartesi bu ayrıntıların hepsi üstüste yaşandı :)







14 Haziran 2017 Çarşamba

ÖYKÜLER - ARAF

   1

    Neden beklediğimi bilmediğim gibi neyi beklediğimi de bilmiyorum.Bir erkek neden beklenir? Belki başka kadınlar için pek çok sebep vardır. Bunu sormalıyım arkadaşlarıma,hangi duygu onları bir erkeği beklemeye iter. Sevilme duygusu mu(ki,bu benim için önemlidir aslında),yoksa sevmenin hazzı mı?Bir kadın sevildiğini nasıl anlar?Sevilmek denen duygu kişiye göre değişir mi? Benim için sevilme duygusu basittir;milyonlarca,milyonlarca kişi arasında o kişi tarafından benim ‘özel’  bulunmamdır sevilmek.
    Bir erkekte mola verdim. Şimdi kendimi sorguluyorum,bu molanın sebebi ne? Kendimi onunla özel hissetmiyorum. Herhangi biriyim onun için. Belki hastalık riskinden uzak rahatça seviştiği bir kadınım sadece. O, benim için özel biri. Onu seviyordum.Şimdi mi? Şimdi de seviyorum ama kırgınlığım sevme duygumdan daha büyük. Ve sevme duygumla alışkanlık duygum çok iç içe geçmiş durumda. Kendimi yanında rahat hissediyorum. Beni yormuyor. Saçma kaprislerime dahi sabır gösterebiliyor. Ne zaman kırılıp ne zaman üzüleceğimi,ne zaman kızgın olacağımı çok iyi öğrendi. Düşündüğü ben olmayabilirim de. Bütün bu bilgiler ışığında başını ağrıtmamak için taktik uyguluyor olabilir. Ne olduğunu, onun neler yaşadığını,gerçekte neler düşündüğünü öğrenemiyorum. Sorularıma geçiştirme cevaplar veriyor ya da verdiği yanıtlar bana çok da inandırıcı gelmiyor. Kırılganlığımı bildiği için kırmamak adına yanıtlar verdiğini zannediyorum.
    Tanışmamızın ilk dönemlerinde çok daha iyiydik. Bu iyiliğin sebebi benim coşkuyla ona yakınlaşabiliyor olmamdı. Şimdi coşku duyamıyorum. Güvensiz alanlarda sinir sistemim zayıflıyor.  Kendimi onunla olabilecek geleceğe dair güvende hissetmiyorum bu da coşkumu kesiyor.Beynimdeki bütün düşünceleri sıfırlayıp onun ruhsal alanına kendimi bırakamıyorum. Güvenmiyorum. Beni defalarca bıraktı. Yoo! yanlış anlaşılmasın,yanımdan uzaklaşmadı,hep yanımdaydı ama bıraktı beni. Yarı yolda bıraktı,yalnız bıraktı,güçsüz bıraktı.Çok bıraktı. Ben ise hala onunlayım.
    Başka bir erkekle birlikte olabilirim.Beni onun yanında tutan başka bir erkeğin olmaması mı,yoksa başka bir erkekle olursam ona ihanet edeceğim duygusu mu tam analiz etmiş değilim. İhanet konusunu açmam gerek; bir erkekle birlikte olursam onu kandırmış suçluluğu hissetmem. Bana bunu hissettirebilecek haklılığı yok. Ama ona kıyamamak gibi,üzülmesini istememenin duygusunu  yaşarım. İlişkimde yarı tarafımla onu hissettiğim için onun duygusunu içşelleştirmeyle gelen kırgınlığı yaşarım. Ve işte bu empatik duyguya ihanet etme hevesim yok. Kendimi üzemem.
    Hüzünlü şarkılar dinliyorum.Sevgilisinden ayrılanların,kavuşamayanların,yalnızların  şarkılarını dinliyorum. Ama gerçek bir hüzün yok içimde. Zamanın içinde ölmüşüm gibi garip bir donukluk yaşıyorum. Etrafımda olup biten her akışı izliyorum ama ben zamanda ölmüşüm. Delirten bir beyin kurgusu. Hüznümün sebebi bu ölüm işte. Arafta kalmış gezgin ruhların hüznünü yaşıyorum. Onlar gibi, coşkumu yaşayamıyorum. Onlar gibi, sarılamıyorum. Kucakladığım her şey sonrası ellerim sarıldıklarımın içinden geçip yine kendi göğsümde kavuşuyor,kendi kendime sarılıyorum. Kollarımın arasında başka birinin sıcaklığını arıyorum. Onun bu sıcaklığı veremeyeceğini biliyorum. Böyle bir kabiliyeti olmadığı gibi bu durumu değiştirme planı da yok. O, bu konuda rahatsızlık hissetmiyor sanırım. Ama ben bekliyorum. Onun bana sarılmasını bekliyorum. Ben ona sarıldığımda göğsümde duyumsadığım tenin benden başka birine ait olmasını bekliyorum. Bu kişinin o olmasını umuyorum. Ondan vazgeçebilirim. İtiraf etmem gerek ben ondan çok beni özel hissettiren bir tenin sarılışını arzuluyorum. Sevilmenin sarılışını arzuluyorum. Çünkü araf çok soğuk ve ben soğuktan hiç hoşlanmam. Ya dünyaya dönmeliyim ya da cennetse cennet,cehennemse cehennem bir yerde olmalıyım. Hiçbir yerin dondurucu soğuğundan uzaklaşmalıyım. Kabul etmelisiniz ki, hiçbir yerler hiçkimsesiz yerlerdir.
Hayallerimde sevdiğim erkek başka biri oluyor. Kalbi ve gözleri sımsıcak,bakışları ile bile sarılabilen büyük bir güven denizi oluyor. Ben de ona sarılıyor,sarılıyor daha çok sarılıyorum. Zihnim susuyor,yargılarım,yorumlarım,kaygılarım sıfırlanıyor. İyi bir gebeliğin cenini oluyorum. Gerçek dünyaya döndüğüm zaman ona hayallerimin bakışı ile bakıyorum. Ondan uzaklaşmak istemiyorum çünkü. Onu  seviyorum.Onun da beni sevdiği hayaline inandırıyorum kendimi. Böyle daha iyi hissediyorum.
    Erkek konusunda çok zavallı ya da takıntılı biri sayılmamama rağmen neden onda durduğumu merak ediyorum. Anlamsız hareketsizliği sevmeyen ben,bu durgun sevgililiğin içinde neden oyalanıyorum. Beklediğim şey ne? Onda gördüğüm ya da görmeyi umduğum şey ne?
    Çok sıkılıyorum. Tekrarlayan bir mektup yazıyorum ona;"Tanıyor olduğun için üzülüyorum belki de. Biliyorsun. Ne zaman üzüldüğümü, ne zaman kızdığımı biliyorsun. Anlıyorsun. Ve bütün anlamalarına rağmen sınırlarını aşmıyorsun, sınırlarımı aşmıyorsun. Bu yüzden sana çok daha fazla kırgınım.Beni çok özletiyorsun,bu kadar özlettiğin için çok kırgınım." Hiçbir zaman göndermiyorum bu mektubu. Aman Allahım ben de mi acıyı seven biriyim yoksa! Ama hayır,ben acının içinde değilim,cehenneme bile gidemedim ki,araftayım.
Çok sık uyanıyorum .Sürekli hayal kurmanın verdiği yorgunluğu biliyor musunuz? İki dünyada birden yaşarsınız.İki zamanlı efor sarfedersiniz. Gerçeğe uyanık olursunuz ve hayalle olmayanı olmuş gibi görmeye çalışırsınız ya da uykuda olursunuz ama uyku sandığınız jet lag etkisi gibi bir uyuşukluktur.. Yolculukları durdururmu bu sersemlemeler? Hayır,devam edersiniz gitmelere/gelmelere. Bu yolculuktan yorulacağım gün olacak. Bir istasyonda duracağım.Ama yine de şu an, durduğum istasyonda beni karşlayan kişinin o olmasını umuyorum. Duracağım istasyonda onu bekliyorum.

   
   

4 Haziran 2017 Pazar

Yorumun Yorduğu Zamanlardan Birinde


Bir ay sonra bir ay öncekinden  farklı olmayan,iyiye doğru değişmemiş,gelişmemiş insanlarla ya da böyle potansiyeli olmayan kişilerle arkadaşlık kurmakta zorluk çekiyorum. Onların aynı yerdeliğini izlerken ben de aynı yerde tıkılı kalmışım hissine kapılıp mümkün olduğunca  bu tür kişiliklerden uzak duruyorum.Dolayısı ile çevremde sevdiğim ve arkadaşım olan kişiler gelişmeye açık,empati yeteneği olan,genel olarak okuyan,kendilerini  geliştiren insanlardır.Paylaşımlarımız da okuduklarımız,öğrendiklerimiz,yenilikler üzerine olur.Sohbetlerimiz gelişim üzerine olduğu için eksiklerimizi de konuşuruz.Pek çoğunun kişisel gelişim ve spiritüellik üzerine, okumasa bile duyduğu şeyler vardır.Kuantum yasaları,evrensel yasalar vs..
Bunca yıllık okumuşluğumdan şunu anladım ki bu yasaların yasa olması için onbinlerce kişinin takip ettiği,gak dese insanların para verdiği guk dese elini öptüğü birinin ağzından çıkmış olması lazım. Henüz benim konuştuklarıma kimse ödeme yapmadığı için bu yasalardaki yanlışları ortaya sunmam ne ki? eleştirmem bile mümkün değil. Kaldı ki yetkin bir diplomam da yok bilinçaltının dehlizlerinde uzayıp kimin annesine ya da babasına arzu duyduğunu anlatıvereyim!..
Efendim gelelim yazının bugün de bu oldu kısmına; Uzun zamandan beri bu yasalarla yapılan eleştirilere itiraz ediyorum. Çünkü yanlışlar. Ama itiraz ettiğim zaman kendi yansımamı görmek istemeyen,eleştiriye kapalı ya da kendimi rahatlatmak için yanlış inançlarla süsleyen biri oluyorum. Dediğim gibi elimde ne diploma var ne de ellibin takipçi ne de bir terapi seansım asgari ücrete denk. Topa koşarken ofsayte düşürülüyorum anlayacağınız.Bu bende zaman zaman tahammülsüzlük yaratıyor,kırıcı oluyorum Sadece anlatmak istiyorum. Yorumlamadan olaylarımı sıralamak istiyorum. Sohbet edemiyorum ama .Hemen bu yasalarla çepeçevre sarılıp eksiklerim masaya yatırılıyor.Hayır! şu anda istediğim terapi ya da danışmanlık değil ,anlatmak istiyorum o kadar. Gerçekten o kadar. Eleştirilere tepki gösteriyorum çünkü çok ezberlenmiş,derinliği olmayan kalıplarla eleştiriliyorum. Sebebi kendimle yüzleşmek istemeyişim değil. Mesela,şişmanlığa,yemeğe övgülerim vardır,sebebi şişman olmam değil,sebebi gerçekten şişmanlıktan rahatsız olmamam.Cosmopolitan kadını dayatmasını yememem.Bu boyuma bu kilomla da kadınlığımdan hoşnut olmam. Şişmanlığı bu kadar övüyorsam aslında kendimle yüzleşmemek için yapıyorumdur vs.vs... Bazen de şöyle olur, diyete başlamak benim için uzaya merdivenle çıkmayı göze alan bir motivasyon ister ki, o motivasyonu toplayıp kendi bedenime göre diyet yaptığım da herkes diyet uzmanı oluverir. "Onu yeme bunu ye..Sıkı kahvaltı yap!Kahvaltı günün en önemli yemeği.." Hayır,derim ben kahvaltıyı ne kadar erken yaparsam gün boyu o kadar çok yiyiyorum,geciktirmek benim yararıma.."Yoook! olmaz öyle şey. Çünkü Takvim gazetesinde öyle okumadı,posta gazetesinde de uzman doktor bilmem kim sabahları yiyin demişti,en iyi haliyle kendi bir dahiliyeciye gitmişti doktoru filanca filanca demişti...
Efendim fazla uzatmadan birkaç gündür üst üste yaşadığım derdime geleyim.Arkadaşlarımı çok seviyorum,onlara sahip olduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Her biri ayrı ayrı değerli. Ama ben gün raporu verir gibi sadece anlatmak istiyorum,düşünmeden,yorumlamadan. Bazen sadece cahil gibi sohbet etmek istiyorum.



10 Mayıs 2017 Çarşamba

Kavuşmak İçin Din

Eş zamanlılık diye bir olay vardır ya,çoğu zaman benzer konulara birbirine çok yakın tarihlerde şahit oluyorum. Bugünün kandil gününe denk gelmesi ile evvelki gün yaptığım bir sohbetten anlatayım.
İş arkadaşlarımdan biri abisini anlatıyor;hayatı boyunca elle tutulur bir iş yapmadığı gibi aort damarı çatlayıp ölümden döndükten sonra da kendini iyice dine verip sabah akşam zikir ve namazın içinde ibadet ediyormuş.Karısı ve henüz ergenliğe adım atacak bir kızı varmış.Yoğun ibadetleri dolayısı ile zaten sınırlı olan geliri sıfıra indiği için ailesinin desteği ile geçiniyormuş.Yine çok yakın bir arkadaşım epey yaşlı annesine refakat de eden kız kardeşini şikayetle anlatıyordu "Ne zaman arasam bulamıyorum,namazda oluyor,artık anneme söylenmeye başladım 'bu kız niye sabah akşam namazda?'diye ,annem 'oğlum ne yapayım,ne diyeyim,içki içse,kumar oynasa söylenilir de namaz kılana nasıl kızılır?'diyor"
Yaşam ileri doğru gittikçe,insanlık kalabalıklaştıkça kaotik stresin içinde kendi hayatlarımızı yaşamadığımız doğrudur. Birilerinin yargılarını,birilerinin inançlarını,birilerinin değerlerini,birilerinin utançlarını,birilerinin görgülerini,birilerinin modalarını,birilerinin kültürlerini yaşıyor ve o kalabalıkta kendimizi görmez hale geliyoruz.Kendi sesimizi duymaz hale geliyoruz ve farkında olmadan ayıplarımızın başkalarının yargıları olmasını kabul ettiğimiz gibi huzurumuz da başkalarının ayak izi olmaya başlıyor. 'Allah yolunda' bir zatın hayat hikayesini okuyup onun yaptıklarını taklit ettiğimizde aynı onun gibi huzur bulacağımızı zannediyoruz. Anlattığım konu gereği dinsel örnekler veriyorum.Konu sadece kendini görmeden başka hayatlara atanmak olsa bunun moda ikonlarını takip edip terfi etmeye çalışanları da var elbette ama konumuz bu değil.
Hayatlardaki bu kendini değerlendirmezlikten gelen bilgi kirlilikleri ruh kirlilikleri ile çoğalıyor. Kendi sesini dinlemeyen insanlık omuzlarında milyarlarca insanın değerlerini taşımaya başlıyor ve hakikaten yoruluyor. O yorgunluğu içinde her biri kendine göre bir kaçış metodu geliştiriyor. Bazıları alkole,bazıları sekse,bazıları aşırı iş yüküne,bazıları da gece gündüz ibadete sığınıyor.Konu ibadet olunca "Eee! Ne var bunda?" diyebilirsiniz ama medeni dünyaya ucundan bucağından temas etmek durumunda olduğumuz gerçeğinde bütün sorumlulukları bir kenara bırakacak ibadetin, köprüaltı berduşluğundan farkı yoktur. Bu gerçeği bir kere kabul edelim. Ve şunu sorgulayalım "Neden bu yoğun ibadete ihtiyacım var?" Ya da yakınlarımızdan biri bu haldeyse "Sorunu ne?" Çünkü bu bir kaçıştır. Hayattan,insanlardan ve sorumluluktan kaçıştır ki,insanlığın kabul gördüğü tek kaçış biçimidir.Kendi değerleri  ile yüzleşememedir Şarapçı onaylanmaz, zikirci onaylanır o kadar. Kabul görür kaçışın iki yönteminden biridir aşırı ibadet,diğeri de zaten aşırı işkolikliktir.Ne ile yüzleşemiyoruz? Kendimizi neye onaylatmaya çalışıyoruz? Evet,mandra filozofu gibi çalışmaya karşı mıyız? Anne olmaya,baba olmaya,sistemin kölesi olmaya karşı mıyız? Diyelim ki karşıyız,yüzleş o zaman. Kaçmadan yüzleş ki çevrende temas ettiğin insanlar da kendi konumlarını belirleyebilsinler. 16 saat-20 saat ibadet eden bir adamın ,halasından aldığı yardım parası ile birşeyler yapmaya çalışan ergen kızı kendini nerede konumlandırabilir bu hayatta?
"İslam" sözcüğünün etimolojisine baktığınızda 'teslim olma','barışta olma' köklerine gidersiniz. Yani islam, iç huzurunu bulmaktır,barış içinde olmaktır. Gözlerinizin içine bakıp sizden birşeyler bekleyen canlarınız varken onlarla aranıza perde çekerseniz adı din,zikir ne olursa olsun huzur bulamazsınız. Çünkü insanlık zincirinde kendi boşluğunuzu dolduracağım derken başka birinin ruhunda boşluk yaratırsınız.İnsan olmak sorumluluk ister. İnsanın etimolojisine baktığınızda da "iyi huylu,yumuşak başlı" ya gidersiniz.Başkalarının hayatlarında boşluklar yaratarak iyi huylu olunamaz.
Dinde aşırılık eksi yönde ruhsal kaçıştır. O yüzden ruhlarımızı beslediğimiz kadar zihinsel varlığımızı da beslemeliyiz. Neyi neden yaptığımızın sorgusunu yapacak kadar içsel barışa odaklanmalı,zihinsel yetiye ulaşmalıyız.Din kaçmak için değildir,kavuşmak içindir.

 

1 Mayıs 2017 Pazartesi

KUTLAMALAR ANMA OLMASIN





Bugün bütün dünyada emeğin,alın terinin kutlandığı gün. Emek,umut yolculuğuna çıktığınızda yanınızda sizinle yol alan en samimi dostunuzdur.Umduğunuz her ne ise, harcadığınız emek kadar kıymetlidir sizin için. Ve emek, yüzde gülümseme ile sizi ısıtan sıcak bir kucaktır. Hayatın anlamını sorguladığınızda dikkat edin ki büyük oranda harcanan emek ve harcanan emekle elde edilen mutlulukları tarif ederiz. Bu yüzden emek kutlanır,emekçi kutlanmalıdır.Emek,insan hamurunu pişiren harçtır o yüzden kutsiyeti tartışılmaz.

1 Mayıs 1977'de İstanbul'da bu kutsiyet katledildi.Türkiye'nin hafızasında kanla işaretlendi.Bu,bilinçli bir programla yapıldı. Ben paylaştığım videolardaki yüzleri izlemenizi istiyorum. Oradaki gülümsemelere dikkat etmenizi istiyorum. Şunu görelim ki, ülkeler,milletler savaş alanlarında yok edilmezler. Onları yok etmenin en sihirli en etkili formülü yüzlerinden gülümsemeyi almaktır. İnsanlar parasızlığa dayanır,açlığa dayanır ama sevgisizliğe dayanamaz. Sevgisiz olduklarında insanlıktan çıkar.Umutları tükenir. Videolardaki yüzlere bakın ve insan tiplerine bakın; her kesimden insan. Zengin,fakir,işçi,işveren,kapalı açık ayırımı yok. Dayanışma var. Sevginin olduğu yerde zengin fakirle empati kurar,fakirin hakkı için paylaşımı öngörür,fakir, zenginin aldığı risklerle büyüdüğünü görebilir,kıskançlıktan uzak büyümesini destekler.

Sevginin,gülümsemenin olduğu yerde dayanışma olur. Bölünmez bütünlük olur. Senin mitingin,benim mitingim olmaz. Hakkın ve adaletin mitingi olur. İnsanımız,vatanımız yüzlerimizdeki gülümsemeler çalınarak bölündü.Mutluluğumuzun sen/ben diye ayrıştırılmasıyla bölündü. Mazlum edebiyatları arasında hak,hukuk yitirildi.Empatiden yoksun insan, sempatisini kaybetti. Duygudaşlık öldü.

Bugün 1 Mayıs dünyadaki işçilerin ve emekçilerin bayramı. Bugün 1 Mayıs,kutlama günü bizim ülkemizde ise kötü bir hatıranın ANMA günü. Mazlumun, gücü ele geçirince hakkı da hukukuda kendine yontan kompleksli hastalığına yakalanmadan,gülümsemenin iktidarda ve parada olmadığını yüreklerde olduğunu unutmadan yeni bir gelecek için lütfen herkes kendini masaya yatırsın. Ne kadar empat olduğuna,kendinden olmayana ne kadar sempati duyabildiğine bir baksın. Lütfen herkes gerçekten ne kadar gülebildiğine ,ne kadar mutlu olduğuna bir baksın. Mutluluğumuz kadar birbirimize dost oluruz. Dostluğumuz kadar birlik ve beraberlik içinde oluruz. Bu kanlı anma gününü birgün yine kutlama günü yapmak içimizdeki sevgi ve empati kadar mümkün. Hayatın devam ettiği yerde umut her zaman yaşar. Bu siyasi bir yazı değil,yüzlerdeki gülümsemeyi görebilmek için siyaset bilmeye gerek yok. Mutluluğu aramak için siyaset yapmaya gerek yok.Vatan sevmek için bir tarafta durmaya gerek yok. Umut ve mutluluk içinde el ele vermek yetecektir geleceğin bayram olması için.



                         

                         

27 Nisan 2017 Perşembe

İnancın Elini Tutarken



Bugün akşam üst komşumu ziyarete gittim. Sormak istediğim bir kaç soru,anlamak istediğim duygular vardı. Kurgusunu "beklemek" üzerine yaptığım bir kaç öykü denemem vardı,komşum yaklaşık beş sene kadar bebeği olsun istedikten sonra çocuk sahibi olabilmişti. Konu beklemekse atlayamayacağım bir bekleme türü elbette. Öğrendiğim şeyler oldu ama aradığım cevapları bulamadım. Komşuluğumun büyük bölümünde bebek bekleyen bir kadın izlemiştim. Sohbet içinde şunu farkettim; komşum hiç bebek beklememiş meğer.
"Analatabilir misin,her tedavinde neler yaşıyodun,neler hissediyodun?" dedim."O benim duamdı.O benim duam.Karnımı okşayıp ona bakıyodum ve bir şeyi gönülden istersen,gönülden dua edersen gerçekten oluyor Mehtap Abla.Benim Dua'm oldu.Adı bile belliydi.Bir gün regl olmuştum ve dünya başıma yıkılmıştı. Kendimi zor toparladım "Ne yapıyosun sen?Bu yaptığın Allah'a isyan"dedim ve özür diledim.Ne zaman ki vazgeçtim duam o zaman oldu. " Ve her sorumu o ilk aşkını koruyan duyguyla "O benim duam "diye yanıtladı gözleri ışıldayarak.O ışıltıda umudu,umudun tutunduğu inancı görmemek imkansızdı.
Ziyaretimde şunları farkettim;sevdiğimiz insanları bile izlemekte yetersiz olabiliyoruz. Birlikte olduğumuz kişilerin duygularıyla empati yapabilmek mümkün değil. Bunun için olması gerekenden fazla körüz. Acı refleksimiz mutluluk refleksimizden çok daha fazla.Evet ben yıllarca çocuk bekleyen bir kadın izlemiştim ama hayır gerçek o değilmiş. Yetersiz bakmışım. Komşum için o çocuk zaten  varmış meğer. O sadece ona kavuşma anını bekliyormuş,ona dokunma anını bekliyormuş,tenine değme anını bekliyormuş. Ve ben çocuksuz komşumun çocuğunu görememişim. Komşumun yokluğunu görmüşüm,olmayan bebeğinin varlığındaki aşkı görememişim.  Umutlarımız her neye tutunuyorsa inancı bitirmemeli. Gerçeklik zannettiğimiz izlekler belki de sadece gözlerimizi kör eden karanlık bir mercektir. Belki de inanmak var olmanın sihiridir.





                                               

                                             




17 Nisan 2017 Pazartesi

Okuduklarımdan - MALİNA



Çok zorlanarak okuduğumu itiraf etmeliyim.İlk bölümde olayları olağan sırasıyla anlattığı halde sondan başa doğru okuyormuşum duygusundan kurtulamadım. Kimin kim olduğunu anlayana kadar da epey göbeğim çatladı. En son William Faulkner'in Ses ve Öfke'sini okurken bu kadar zorlanmıştım ama size söyleyeyim Malina daha zor. Çünkü Malina, 'Ben' diye tanımladığı anlatıcının bir kadının, iç sesi,sanrıları ile varoluş savaşı verirken yaşadığı dönüşümü anlatıyor. Kimin gerçekten var olduğunu kimin sanrı olduğunu anlamak epey güç.  Feminist varoluşun bir kadında baştan sona nasıl gerçekleştiğini anlatıyor. Kitabın sonunda değişimin tamamlanmasını "cinayet" olarak tanımlıyor. Bu tanımlamayı Bachmann'ın yapması bende endişe yarattı. "Yol hiçbir şeye yaramaz,herkes için vardır sadece ama herkesin o yoldan gitme zorunluluğu yoktur" diyor.Bachman bu feminist dönüşümün belkide herkes için gerekli olmadığını,herkese mutluluk getirmeyeceğine işaret ediyor.Kadın bireyselliğinin iç çatışma,toplumsal çatışma yaşamadan doğumla beraber gelen bir olağanlık olması için epey zaman var korkusuna kapıldım.İlk yayınlanışından bu yana geçen yarım yüzyıllık zaman, korkumu sebepsiz kılarmı bilemiyorum.
İkinci bölüm psikanalitik açıdan muhteşem ötesi. Rüyaların bu şekilde roman kurgusu olması için ya olağan üstü bir zekanın sahibi olmak lazım ya birebir o rüyaları,o dönüşümleri yaşamak lazım ya da bir psikanalistten yaşayan birinin notlarını aynen almak lazım.Muhteşemdi.
 Dönüşüm kolay değildir. Çoğu zaman tarihten gelmiş geleneklerle savaşmaktan çok kendi iç dünyamızda savaşlar veririz."Tanrılar çok,pek çok ölümler ölür" diyor Bachman.
   Değişirken pek çok kez ölürsün ama yukarıya doğru ölürsün.Bu da benim fikrim.













AYAĞA KALK muhafazakar


16 Nisan 20017 Türkiye'nin dönüm noktası günlerinden biriydi. Parlamenter sistemden tek adam rejimine geçiş oylandı. Bu ülke tarihi boyunca pek çok kez siyasi krizin eşiğine geldi.Defalarca da kıl payı kurtuldu. Kurtuluşundaki esas nokta demokratik yapıyı esas alan yasalarıydı. Yasaları uygulayan,yeminlerini ve vijdanlarını unutmamış hukukçular,bürokratlar, yazarlar,aydınlar,eğitimciler krizlerin kurtarıcı ekipleri oldu.Halk iyinin ve vijdanın sesini parazit olmadan dinleyebildi.Ve buna göre de davranışlarını yönlendirebildi.
Ben siyaset araştırmacısı,toplum bilimci değilim ama sizlere birebir orta sınıftan,iş arkadaşlarımdan,komşularımdan,ailemden anlatacaklarım var.Ülke şehirleşmenin,sanayileşmenin baş döndüren hızında gelişme yaşarken siyasiler de başörtüsünü siyasi erklerinin odak noktası yapmaya başlamıştı. Bu konu zaten vardı ama daha komplike ve planlı olmaya başlamışlardı.Sen-ben ayrımcılığına,yabancılaştırmaya böyle başladılar. Başörtüsünün başkanlığında kişilere pek çok yabancılık hissi vererek kendi cephelerine çekme politikası güttüler. Köylerden,kasabalardan büyük kentlere gelen fakir ve cahil halka "sizin hakkınız da daha iyi yaşamak,onurlu,saygın yaşamak ,daha fazla eğitim,daha fazla ekonomik geliri hak ediyorsunuz" mesajını barışçıl ve hakkaniyetle vermek yerine "onlar şimdiye kadar iyi yaşadı,şimdi sıra sizde,onlar günahkar siz Allah'ın takdirinde öteki tarafta da emin kullarsınız,onların çocukları tu kaka kızlı erkekli sizin çocuklarınız el-emin,saf ve temiz pir-ü pak,onlar şimdiye kadar sizi ezdi şimdi yaşama hakkı sizin...." vs.mesajları ile doldurdular. Halbuki ezen ya da iteleyen kimse yoktu. O zamanların ukala ve halkı sevmeyen kitlesi aynen şimdi son onbeş yılın zenginleri gibi hızlı sanayileşmede birden bire ne oldum delisi olmuş,zenginliği sindirememiş yine o iteledikleri kesimden yırtık dondan fırlamış gibi fırlayan densiz kişilerdi. Aşağılananları aşağılayanlar yine kendi içlerinden çıkmıştı yani.Ama cahil kördür,bu kandırmacalara eyvallah eden cahiller düşmanını göremedi. Dolduruşa geldi. Sen-ben ayrımına evre evre,politika o gün neyse an be an hizmet etti.Köyden,kasabadan şehre gelişindeki yabancılığı öteki dünyaya sarılarak gidermeye çalıştı. Çünkü kendini zayıf hissediyordu zaten sahaya 1-0 yenik inmişti. Onu sonsuza kadar destekleyecek sınırsız bir güce ihtiyacı vardı. İnanç var olma duygusunu canlı tutmada çok gerekli bir ihtiyaçtır ve köyden gelen halk bu inanç ihtiyacını dine sarılarak gidermeye çalıştı. Siyaset de bunu çok iyi tespit edip kullandı.
Kadınlar devreye girdi. Öte dünyasını garantiye alan dindar kadınlar din tüccarlığına hizmet ederken ülke felaketini de bir güzel hazırladılar. Güzel bir resim oluşturdular. Namaz niyaz,kur'an tesbih sözde ahiret için çalışıyorken kocaları da siyasetin mükemmel organizasyonu ile elele vermenin nimetleri ile kazandıkça kazanıyorlardı. Ehl-i müslümanlık,başörtüsünün bereketi dünyalıklarını da hazırlıyordu. Zenginleştikçe zenginleştiler. Bu, fakir halk için çok iyi bir resimdi.Olmak istedikleri hedefi işaretliyordu. Açıkça itiraf etmek lazım okumuş koministlerin yapamadıkları kooparatifçilikle zenginleşmeyi bu cahiller isimsiz dayanışma ile başarmıştı. Fakir için çok iyi rol model oldular. Bu arada inandıkları yolda (ki bu islamdı) zafer için her yol mübahtı. Bu bir savaştı çünkü. Yabancılıklarını cihada dönüştürürken manevi değerleri de bir bir yıktılar. Kasalar dolarken maneviyatın içi boşaldı. Kanunsuzluk kanun oldu. Ülkeyi krizlerde koruyan kritik mesleklere tek tek yerleştiler. Daha öncesinde hukukçular kendi taraflarında olsa bile yanlış siyasi kararlara itiraz edebilirdi,eğitimciler şefkat ve dayanışmanın,sevgi ortamının sağlayıcısıydılar, sonra bunların ellerinde hukukçular halkın gözünün içine baka baka yanlış kararlara "evet" demeye başladı. Eğitimciler birebir okullarda kin ve düşmanlığı yaydı. Cahilliğin övünç kaynağı olduğu bir döneme taşındı ülke. Düşünmeyen,inanan insanlar türettiler her yerde.
Bu arada şu unutuldu,siyasetçi dünyayı yese doymaz. Doymadıkça doyacak sebepler aramaya başladılar. Bu arada safiyane islam inancı ile yola çıkıp birden bire yolda kalan kitleler oldu. Çocuğuna iş,ticaretine biraz daha katkı için "bir kereden bişey olmaz "zihniyeti ile prensiplerine ihanet eden müslümanların canları yandı. Gerçeği araştırmadan tembel beyinleri ile sırf camide gördükleri için kendileri ile özdeşleştirip siyasileri tepelerine çıkaran anneler çocuklarını vatani görevlerden tabutları ile geri aldı.
Ülke uyuşturucu verilip tecavüze uğrayan kadın gibi  yavaş yavaş uyanmaya başladı. Ama hem henüz uyuşturucunun baskın ağırlığı devam ediyor ve artık tecavüzcü elde edeceğini zaten elde etti.
Dün ben sandık görevlisiydim. Kapalı bir kadın 12-13 yaşlarında yine kapalı kızı ile kabine girmek istedi. Mühürü kızına bastırmak istiyordu. Yaşı çocukluktan çıktığı için izin veremedik. Pusulasını zarfladı ve zarfı kızına verdi sandığa atması için "Onun da bu duyguyu tatmasını istiyorum,bir daha yaşamayabilir" dedi. Gerçekten üzgündü. Ve bu olay benim son zamanlarda yaşadığım en sarsıcı olaylardan biriydi.
'Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedildi, bütün tersanelerine girildi, bütün orduları dağıtıldı ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edildi. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içindeler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit ediyorlar. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düştü.'
Bu ülke çok kriz yaşadı. Size kendi yaşadığım gözlemleri anlatacağım demiştim yazının başında. Benim gördüklerim şuydu; bugüne kadar bu krizlerde  ülkeyi krizden ve hıyanet içindeki siyasilerden kurtarmak için çok fazla da insanlar canlarını,organlarını,işlerini,akıl sağlıklarını feda ettiler.Ama bu fedakar insanların hemen hemen hepsi muhafazakar insanın,islamcı insanın aşağıladığı,kendinden uzak tuttuğu ufku ve yüreği temiz insanlardı. Muhafazakar "aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diye köşesinde oturup suya sabuna karışmazken kızlı erkekli gençler canlarından oldu.Ama unutmayın bu yılan herkese dokunur.Şimdi sıra sizde sevgili islamcılar. Canınızı ve işinizi tehlikeye atmamak için köşenizde oturmanın faydası olmayacak. Yılan sağ ve dolaşmaya devam ediyor.Bir gün herkesin sokulma tehlikesi var. Ve şunu unutmayın o canlarını veren yüreği temiz insanlar da artık siz köşenizde oturup dururken "Peki biz kim için uğraşıyoruz" demeye başladı bunu bilin.Herkes kendisi için elini taşın altına koymak zorunda. Şimdi bizler milli bir seferberlik içindeyiz. Aleni savaş yapınızda yoksa tek tek ikna savaşı yapmak zorundasınız. Bu yılan birgün sizi de sokacak.
Bilerek veya bilmeyerek şu günlere hizmet eden kadınlar salı kur'anları,cuma kur'anları gibi bir nevi altın günlerinde nasıl çalıştıysa şimdi çocuklarımız için çalışmak zorundasınız. Bu yönetim böyle kalmayacak. Çünkü en gafil işini yaptı :kadınların canını yaktı. En azından iyi bir gelecekte teriniz olsun. Kölelik sisteminden en çok zarar gören insan kadınlar ve çocuklardır her zaman. Şimdi kalkın ve hazırladığınız şu sistemi düzeltin. Ben bu sistemi nasıl kadınlar hazırladıysa yine kadınların düzeltebileceğine inanıyorum.  Tecavüzcün hala uyuşturucunun nimetleri ile iş başında.Ayağa kalk kadın.

11 Nisan 2017 Salı

Ben Uçak Olamam



   Bugün anlatacağım birkaç şey oldu ama ben siz kıssadan hisse olacak iki olayı bağlamak istiyorum.
   Sabah, yeni tanıştığım,genç bir anneyle çalışırken çocuklardan sohbet ediyorduk. Genç anne planlanmayan hamilelikleri ve sürpriz ikizleri ile birden bire dört çocuk annesi olmuş.En büyük kızının beşbuçuk yaşında olduğunu söyledi. Yüzmeye tutkun olan bu kıza geçen sene yüzme dersleri aldırmış. Çocuk çok başarılıymış ve doğal olarak anne/baba çocuk üzerinde yüzücü hayalleri kurmaya başlamışlar. Üzerine yıkılan anne/babasının hayallerine itiraz eden kızımız babasına şöyle demiş:"Babacım, büyüyünce basketbol ya da voleybolla ilgilenmek istiyorum neden benim yüzücü olmamda ısrar ediyorsunuz? Ben daha beş yaşındayım!" 
Bu anektodu mutlaka anlatmam gerekiyordu. Eve gelene kadar epey hikaye biriktirdim. Ama sizlere en iyi hikayemi en güzel şekilde anlatmak için kucağımda bilgisayar kıvranıp duruyordum.Büyük oğlum yanıma geldi,biraz beni izledi. "Uçaklar ve elmalar yaz" dedi. Bir-iki saniyelik anlamazlıktan sonra youtubeı açtım,aradım,adını bugüne kadar hiç duymadığım Nihil Piraye'nin Uçaklar ve Elmalar'ı karşımdaydı. Tıkladım,dinlemeye başladım.Müzik çok hoştu,yarıya kadar dinledim ama dinleme boyunca Ajdar'ın Çikita Muz'unu düşünmekten alıkoyamadım kendimi."Niye dinliyoruz bunu?" diye sordum. Bir grup(ya da kişi bilemem) keşfetmiş bana mı tanıtıyordu,görüntüde benim görmediğim bişey mi vardı vs..Sakin ses tonunu bozmadan "İnsanlar istediği sözleri yazıyorlar" dedi.
  Uçaklar ve Elmalar'ın müziği çok güzel ve şimdiki çocuklar yargılardan uzak,çok samimi harikalar.







8 Nisan 2017 Cumartesi

GÜÇLÜ KADININ GÜÇSÜZ ANNELİĞİ


 
   Anne olmak için ne kadar acımasız olabilirsiniz? Soru garip geldi değil mi? "Anne olmak için acımasız olunur mu? Aksine daha çok şefkatli olunur!" içinizden geçen cümleler bunlar olmalı.

   Çok,çok sevdiğim bir o kadar da güçlü bulduğum iki çalışan anne ile iş ortaklığı yapıyorum. Hayata bakışları,zekaları,iş bitiricilikleri ve pek çok konuda onlara hayranlık duyuyorum. Neredeyse tek başlarına koca koca sorumluluklar alıp kurtlar sofrasında başarı ile yol alıyorlar. Her ikisinin de gözlerinden sakındıkları iki kızı var. Bu iki çocuğa ben de bayılıyorum. Son derece naif,kalpleri masum,güler yüzlü iki çocuk. Çocuk diyorum ama biri 18 diğeri de 24 yaşında.Anneler bu kızların gözlerine baktıklarında emin olun onları bebek halleri ile görüyorlar. Zarar görmemeleri için üzerlerine titriyorlar. Ve çocuklar da buna bağlı olarak annelerinin pamuk kanatları arasında hayatın tırmalayan ve acıtan taraflarından izole anne aşkı ile büyüyorlar.
   Evvelki gün bu iki kadınla sohbet ederken "Siz çok kötü annesiniz,sakın bana çocuklarınızın iyiliğini düşündüğünüzden bahsetmeyin" demiştim. Şaşırdılar ama kalbimi bildikleri için beni bozmadılar. Güçlü annelerin çoğunda gördüğüm handikaptır bu 'iyilik'le zarar vermek.Sebepleri üzerine pek çok şey anlatabilirim.Yeri gelir bu sebepleri de yazarım belki.
   Bugün 24 yaşında olan kız, annesini aradı,komşularının evinde yüksek şiddette kavga varmış. Telefon kapandıktan sonra anne bebeği için telaşlanır ses tonunda "Canım yavrum,şimdi ağlıyodur,hiç gelemez böyle şeylere" dedi. İşi bırakıp kızının yanında olmak istedi.
   Mücadele içinde hayat süren kadınlar o savaşta öylesine yaralar alır ki asla sevdiklerine üzerlerindeki kan bulaşsın istemezler. O yüzden sevdiklerini sakınır ve korurlar.Bu belki büyük bir fedakarlıktır. Ama size şunu söyliyeyim anne/baba olmak daha büyük fedakarlıklar ister.Evvelki gün dostlarıma söylediklerim şunlardı ki,bugün konunun altı çizilmiş oldu;"Bu çocukları bu kadar koruyarak zarar veriyorsunuz.Ne zaman başımıza ne geleceğini bilemeyiz. Şu kapıdan çıktığımızda bir arabanın bize çarpmayacağını,şu anda kalp krizi geçirmeyeceğimizi bilemeyiz.O yüzden çocuklarımızı tek başlarına kaldıklarında ayakta durabilir hale getirdiysek iyi anneyizdir.Miras olarak iyi baba,iyi amca,iyi teyze,iyi hala,dayı bırakmak,iyi maddiyat bırakmak yetmez.Hayat için duygusal ve mental dayanıklılık bırakabilmek gerekir. Hiç kimsesiz kalsa bile çocuk, "ben ondan eminim" diyebilmek gerekir.Bir çiçeği su ile büyütürüz ama yine suyun fazlası ile de öldürürüz."
   Annelere önerim: çocuklarınızı anneliğiniz ile boğmayın. Madem ki dünyaya getirmişsiniz onları bırakın yaşasınlar,kendileri olarak yaşasınlar,düşerek,kalkarak büyüsünler. İzin verin dünya ile temas etsinler.
 









5 Nisan 2017 Çarşamba

Mendilin Hayali







     Bugün sizlerle Aleksandar Prokopiev'in pinhan yayınlarından çıkan "Homunkulus" adlı kitabından bayıldığım bir öyküsünü paylaşmak istiyorum.Şahane bir öykü.Uzun uzun yazmamak için fotoğrafladım. Aynı keyifle okursunuz inşallah! 






4 Nisan 2017 Salı

İki Tataflı Mahalle Baskısı

 
   Uzun yıllardan beri tek başına ve serbestçe dolaşarak çalışırken yaklaşık bir aydan beri bir kurumda oda kiralayıp sabit bir mekanda çalışmaya karar verdim. Ruhum bu işe her ne kadar yabancı olsa da alışmaya çalışıyrum. Bu çalışma şeklinin getirisi olduğu gibi götürüleri de oldu elbette. Daha öncesinde sadece kendime sorumluyken şimdi yanımdaki arkadaşlarıın da hayat disiplinlerini dikkate almak zorunda kalıyorum. Onların benim adıma verdikleri sözleri önemsemek durumundayım. Buna bağlı olarak uzak semtlerde daha önce gönül rahatlığı ile bağlantı kurarken şimdi daha dikkatli oluyorum. Uzaklara sözler veremiyorum.Aradaki mali dengesizlik için facebook üzerinden tanıtımlar yapayım,"madem ben gidemiyorum,bana gelsinler"dedim bir sayfa açtım. İnsanların sinir oldukları zoraki gruba dahil etme tacizinde bulunmak istemedim ve durum güncelleme bölümünde beğenmelerini rica ettim. Hatta beğenmeleri için rüşvet teklif ettim :)))) .
    İşin espirisi bir yana sayfa masaj terapi sayfası olduğu için pek çok arkadaşım,özellikle er kişiler :) beğenmekte tereddüt etti.Tabi kendi kendime konuşurken bir dolu küfürler savurdum hepsine,evet arkanızdan konuşmak gibi olmasın arkadaşlarım direk yüzünüze söyleyeyim bari :) ."Ha! evet, çok coolsunuz, ne kadar da ulaşılmaz varlıklarsınız,elitist yapınızdan bir dal versenize benim de ihtiyacım var" diye söylenip durdum içimden.
   İşin komedisini bir tarafa bırakıp esas yüzüne geleyim; mesleği uygulayan kişi dahi göğsünü gere gere "şu işi yapıyorum" diye söyleyemiyor. Benim ağrı tedavisi yapıyor olmam bir şey değiştirmiyor. Sonuçta kapalı bir oda ve mutlu son zanlısı bir meslek.Kaldı ki ağrı ihtiyacı olmadan keyfi de çalışabilirim. Yıllardan beri, bu işi uygulayan biri olarak sanık sandalyesindeki mesleğim üzerine olan algılarla mücadele ediyorum. Dün,bu mahalle baskısının diğer tarafta da yaşandığını farkettim. Sayfayı cesurca beğenenler oldu teşekkür ederim,"yanlış anlaşılırım" baskısı ile beğenmeyenler de oldu. Kaldı ki benim karakterim ve iş kutsiyetimden emin oldukları halde.
   Benim yanlış anlaşılırım korkum yok. Size bir hikaye anlatayım, rahmetli dedem o kadar çapkınmış o kadar çapkınmış ki,cenazesi neredeyse kadınlar matinesi gibiymiş.Annem babası için şunu söylerdi"O kadının yürüyüşünden ne olduğunu anlardı" derdi.Bu yüzden mahalle baskısı beni engelleyemiyor. İnsanların duruşu neyse dili odur,kendini anlatır zaten. Buna inanıyorum.Hele ki konunun içindeki insanlar en iyi anlayanlardır. Mahalle baskısına verilen ufak pirimler tepeden aşağı inerken büyüyerek yuvarlanır. Mahalle baskısı hangi konuda olursa olsun,hangi tarafta olursa olsun büyütüp altında ezilecek kadar çığlaştırmayalım.

2 Nisan 2017 Pazar

İçten Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

   Bugün müşterilerimden biri ile çalışırken bir yandan da uzun sohbet içinde bulunduk. Tanışalı uzun zaman olmadı ama işimi sevme sebeplerimden biri, dilediğim kişi ile çalışma şansımın olması ki,bu hanım da benim için iyi bir sebep.Kendini şahane şekilde disipline edebilmesi, mükemmelliyetçilikle esnekliği çok iyi harmanlayabilmesi bende asla olmayan özellikler ve  özendiğim huyları. Bu şekli ile aynı yerde durmuyoruz ama insana,insanlara,hayata bakışı ile pek çok konuda aynalanıyor gibi oldum.Sohbet sohbeti açtıkça bazı yerlerde iç sesimle konuştuğumu zannettim. Bu durum beni mutlu etti.Yalnız olmamanın güvenini hissetmek bir yana, karakter çizgisi güçlü biri tarafından aynalanmak daha da hoştu tabi.
   Konuştuğumuz konulardan biri de hesap tutmadan iyi olmanın getirdiği ve götürdüğü şeylerdi. İnsanların,kendilerine ayrıcalık hissi verdiren duvarlar olmadan (statü,imaj,benmerkezcilik vs..) hesapsız iyilik yapan kişileri kolay ve ucuz bulunur zannettikleriydi. İçtenlikle deşifre olan kişilere karşı çoğu insanda büyük bir değer bilmezlik var. Hatta şeffaflıkla gönül kapılarını açan kişilere yönelik samimiyetle laubaliliği birbirine karıştımak gelenek haline gelmiş.
   Şunu farkettim,bu güzel kadında da (sınırları çok keskin olmasına rağmen) tıpkı benimki gibi içtenliğin getirdiği/götürdüğü saygınlık yitirme korkusu vardı. Aslında 'saygınlık yitirme' doğru sözcük olmayabilir.Güçlü bir kadının, içsel olarak saygınlığını yitirdiği düşünebileceğini ya da hissedebileceğini sanmıyorum. Ama başkalarının bakma dereceleri ile ilgili şüphelerimiz oluyor elbette. Şuna emin olun ki, tüm kalbi ile samimi olan insanların görme anlarında bir ışık olur ve o ışıkla baktığı herşey kutsal bir değer/aşk taşır. Kendisine yönelmiş başka bir gözde de aynı ışığı,aynı kutsiyeti görmeyi arzular.Buyüzden saygınlık yitirme korkusu silik bir karakterin izi değildir,kutsal bir ışığın sönme korkusudur.

28 Mart 2017 Salı

ANNESİNİ DOĞURAN ÇOCUK

   Yaratılışın kodları var mı bilmiyorum ama bazı insanların o iş için doğduğu bir gerçek. Bazı kodların da evrimsel yüklemeyle yaratılış gerçekliliğinde olduğu gözlemlerim arasında. Bunların içinde 'annelik'i örnek verebilirim. Kadınların böyle bir öğretilmişlikleri var ve yaşam tarzları ne olursa olsun annelik kodundan sıyrılamıyorlar. Hayatım boyunca söylediğim ve inandığım şudur: evliliklerde çocuk gerekli değildir ama olduktan sonra da Allah üzüntüleri ile sınamasın.
   Çocukluğumdan beri olmayı hayal ettiğim pek çok şey oldu ama bunların arasında asla annelik yer almadı. Ama bir hayat yoludur ki anne olma gerçeği ile karşılaştım.İlk hamilelik ve ilk cahillikler silsilesi. Doğuma kadar kitaplardan okudum çocuğu ve anneliği. "İlk ıngaa sesi ile şöyle olusunuz,böyle olursunuz,çekilen doğum sancıları o sesle sıfırlanır,onu kucağınıza aldığınızda gözyaşlarının derinliğindeki aşklar vs. "bıdı bıdılarını.Hepsi bende yalan oldu,bende işlemedi o duygular.Kilolu bir bebek olduğu için doğum zor gerçekleşti (gerçi çoğu kadına göre yumurtladım sayılır ya neyse hala hatırlamak bile istemediğim anlar). Ve beyefendi geldi.Öylesine yabancıydı ki "benim" duygusunu hissetmeme olanak yoktu.Öylesine muhteşem bir benlikti ki yerimden kalkıp önünde ellerimi kavuşturup "buyurun efendim" dedirtecek enerjideydi.O varlığı "benim" diye sahiplenmek ne haddime,destur bismillah!! Çok net hatırlıyorum,hemşire yıkamak için götürürken yarı baygın izledim ve şunu dedim"madem bu kadar yabancı olacaktın niye şu acıları çektim ki, kimsesiz çocuklar yurdundan alsaydım büyütseydim,acı saçma oldu" İş kitaplarda okuduğum gibi değildi yani.
Kodlarımda annelik yok ama o benlikle tanışıklığımız arttıkça,mesaimiz arttıkça anneye dönüşmeye başladım.Altı aylık civarlarında gözlerimin içine bakıp beni farklı gördüğünü hissettirmeye,O gözler "sen bana aitsin" demeye başladığında şefkat duygum dönüşüm yaşadı.Sonrasında anne gibi sevebildim.Saygımın,şefkatimin içine sevgi eklendi.Ve her gün daha çok sevdim."Bundan daha fazla sevilmez" dediğim sevginin ertesi gün fazlasını gördüm.
   Tüm özgürlük tutkusuna,sorumsuzluğa,sorumsuzluktan zevk almaya rağmen bir kişiye tüm varlığınızı adayabilir misiniz?Kendi varoluşunuzu hem onunla yok edip hem onunla kutsayabilir misiniz? "Evet" ise siz bir annesiniz,babasınız.Bunun bir matematiği yok.Yani birinin kişiliğinde yok oluyorken nasıl aynı zamanda varlığınızı en kalın çizgiyle yaşıyorsunuz?!
   Büyüdükçe beni büyüttü."Anne yaz,anne üniversite sınavlarına gir,anne ingilizce öğren, anne bak şu aplikasyonu indir işine yarar,anne egzersiz...." biliyorum ki en iyi iki dostumdan biri.(Diğeri de ikinci oğlum)
   Ben anne doğan kadınlardan değilim. Anneye sonradan dönüşenlerdenim.Onunla birlikte tüm dünyaya daha iyimser,daha şefkatli bakabilenlerdenim,onunla birlikte tüm çocukları sevebilenlerdenim.
   28.03.1993'te Kocaeli Devlet Hastahanesinde bir doğum oldu.O doğumda bir çocuk anne doğurdu.Doğum günün kutlu olsun çocuğum.Senin ve tüm çocukların doğumları kutlu olsun. Ulu olsun.






27 Mart 2017 Pazartesi

did you mean?

    İş yerinde iki hatun kişi birinin alınganlığı yüzünden bütün günü gergin geçirdikleri gibi bütün ofise de bu gerginliği yansıttılar. Gün boyu mutsuz olmaları da cabası.İncir çekirdeğini doldurmayan yanlış anlamaların doğurduğu gerginlik.
   Düşünüyorum da bu küçük ofiste yaşanan olay toplumumuzun bütününde sorun. Sadece iş değil,eş,ebeveyn,ast/üst her alanda yanlış anlamaların insanlarıyız. Çok bağırıyoruz ama hiç konuşmuyoruz. Konuşsak dinlemiyoruz.Varsayıyoruz,zannediyoruz. Kızlara şunları söyledim: "Bakın,kimse kimsenin beyninden geçenleri okumakla yükümlü değil. Karşınızdaki kişinin gerçekte ne demek istediğini sadece sormanız yeter. Sormak sizi geliştirir. Bildiğiniz şey her neyse buna sormak yerine,varsayarak zannettiğiniz şeye sıkı sıkıya yapışırsanız körelirsiniz. Görmediğiniz şeyi görmek için sorun. Google'a bir bakın,dünya devi şirkettir. Onu dünya devi yapan bir takım tesadüfler midir sanıyorsunuz? Sürekli kendini geliştirir ve hep sorar "bunu mı demek istediniz?" diye. Ve her sorgusundan sonra sizi anlamanın alt yapısıyla bir sonraki aramalarınıza hazır olur. Şimdi siz hayatınızda ne olmak istediğinize karar verin,bir eskicinin el arabasında kasası bile işe yaramayan atıl kompütür mü,yoksa dünya devi ruhunda gelişmiş bir yazılım mı? Ve sorun,hep sorun,yargılamadan,anlamak için "bunu mu demek istedin?" diye.
Şimdi ofiste bu soru, anlayışın ve anlaşmanın kodu oldu "Did you mean?"

24 Mart 2017 Cuma

DEĞERLİLİK ÜZERİNE

Son dönemlerde akım olan kişisel gelişim ya da spiritüel kitapları okumaya,bu tür öğretmenleri izlemeye yaklaşık 20 yıl önce başladım.Aynı şeyleri tekrarladığı halde halen zevkle de okuyorum.Genel yaşantımın içinde maddi dünyamda olağan üstü değişiklikler yapmasa da(mesela İbiza'ya gitmeyi hayal ederim ama akbilimi aylık dolduramam :) ) bilinç düzeyimde mutlaka olumlu değişimler yarattı."Olumlamalar"ın bendeki olumunun sırrı belki de sadece bu :)
Sevgi içimde bunu farkediyorum ama henüz belli ki zenginliği içselleştirememişim(Bu endüstüriyel fikir)
Gözlemlerim odur ki,pek çok ruhsal çalışan bir öğretinin 2 saatlik semineri bir haftalık inisiyesinden sonra eğitimini aldığı konu üzerine kafa yormuyor.Bir mühendislik dersi gibi kalıp/kitap neyse,bilgilerin aynılığı yolunda şifacılık yapmaya devam ediyor.Bana göre esasında ruhsal çalışmalar,yollar,izlekler parmak izi gibi kişiye özeldir. Her ruhsal çalışma evrendeki kattrilyonlarca varyasyondan biri olmalıdır. Ruhun izleyicisi olur ama birebir kopyalanamaz.
Bana,"yapabilirsin,sen Tanrı kopyasısın,aslansın,kaplansın,bitanesin"ruhsatı veren bu öğretiler inanılmaz huzur ve güven verir.Ama bu, benim o öğretilerin tapınak şovalyesi olduğum anlamına gelmez.Üzerinde düşünürüm.Kendi ruhumun yolunu öğreti üzerinde konumlandırırım.
Bütün bu açılış konuşmasını dün başıma gelen bir olay üzerine yapıyorum.
Bir müşterim yoğun bel ağrısı sebebi ile seans istedi. Uzakdoğu masajlarından mikslediğimiz bir çalışma yapacağız.Kişi,tanışmama vesile olan çok sevdiğim bir arkadaşımın akrabası. Seans sonunda ben bu tanışıklık sebebi ile indirim yaptım.İndirim yaptığım kişi oldukça varlıklı biri bu arada.
Öğlen vakitleri arkadaşla buluştuk,terapiden konuşurken yaptığım indirim için epey azar işittim"Değersizlik duygun var" dedi bana.
Düşünüyorum,uzun zamandan beri ezberlenmiş bu tür kalıpları zaten sorgularken bu olay konuyu dikkatle incelememe sebep oldu.
Değersizlik duygum var mı?Değer nedir?Değerin neye değmesi gerekir?
3 liralık işe 5 lira alırsam daha değerli olur muyum?2 lira alırsam değerimden düşer miyim,ne kadar düşerim?
Hakikaten bu konularda kendimi iyi de eğittiğimi sanıyorken bu itham beni fazla sarstı. Değersizlik duygum mu var? Kişisel gelişim vs..kalıplara göre evet,kendimi,işimi değersiz buluyorum.
Böyle ise çok acı. Dün acı çektim.Bilinçli saydığım,düşüncelerine itibar ettiğim bir dostum bana değersizlik yaşadığımı söyledi. İçimde yaşadığım savaşı güçlüce alt edemedim. Çünkü işin "savunma yapıyorsun" yaftası da var.
Sevgili okuyan arkadaşım,değersizlik duygum olmadığı gibi işim benim kutsal saydığım alanım.İşime değersizlik?!? Çarpılırım,çarpılırsınız!
Son derece gelişmiş değerlilik duygum var.Çalışma alanımda,ilişkilerimde,varlığımın farkındalığına vardığım her anda değerlilik duygum var. O kadar değerlilik duygusuyla doluyum ki çalıştığım insanın maddi durumu tamamen ilgimin dışında. O kadar değerliyim ki etrafımda dokunduğum ve bana dokunan herkes değerli.Dostlarım değerli ve yaptığım işi duysunlar ya da duymasınlar ben o değerlilere ikram yapabilirim.Hayalimde bu küçük hediyelerin sevinci ile dostluklarımı neşelendirebilirim.
Ben bir "DEĞER"im. Değerim bir şeye değmez,üst sınırı yok. Ve okuyucu,pek çoğumuz değerliyiz. Eskimiş din kalıplarının yaptığı gibi yeni bilgilerin de sizi aldatmasına izin vermeyin.Endüstüriyel fikirlerden uzak durun.
Değerimizi bilelim ama değer biçmeyelim.

18 Mart 2017 Cumartesi

Başlarken




     Bugün whatsappıma şöyle bir mesaj geldi: "Yazı yazmak,kendinizi keşfetmek için kullanabileceğiniz önemli bir yöntemdir. Düzenli olarak anı defteri tutmak yaşamınızı değiştirir. Tıpkı derin bir sohbet vasıtasıyla başka bir insanı tanıdığınız gibi,her sabah anı defterinize yazarken de kendinizi tanırsınız. Yazmak size açıklık sağlar,açıklıksa ustalığın ön koşuludur. Ve hayatınız yaşamaya değdiğinde göre,kesinlikle yazmaya da değecktir."
    Günlük yerine geçecek bloga başlamak için oldukça sevimli bir işaret sayılabilir. :)