28 Şubat 2019 Perşembe

KADININ KORUNMASI

   Yalnız yaşayan bir kadının evine gittiğim zaman neye dikkat ediyorum biliyor musunuz? Gerçi geçmiş zaman kipi kullanmam lazım, güvenlik teknolojisi ile ilk izlenimim boşa çıktı,kapı zilinde kimin adı var diye bakıyorum. Kadın kendi ismini zile yazdıysa kapıdan girmeden gönlümü fethetmiş oluyor. Hayat, basit gördüğümüz ayrıntıların birikimidir. Yalnız yaşayan kadınların çoğu zile herhangi bir erkeğinin ismini koyar,babasının,oğlunun,erkek kardeşinin, dayısının.. artık koruyucusu kimi sayıyorsa. Günlük yaşantısına bakarsınız moderniteyi özümsemiş, ilerici, gelecek için güven veren kadın bu basit ayrıntıda ezilir. Erkek egemen sisteme bel bağlayıp dolaylı yoldan bu rezil sistemi destekler. Bu ayrıntı sizi şaşkınlığa düşürmesin, "kafaya taktığın şeye bak!" diyebilirsiniz ama bu ayrıntı bir yerinde dağ gibi yüreği olan kadının aslında itaat kültürüne yakınlığını işaret eder. Taşralı ve köylü kadının yaşadıkları, mutsuzluk hikayeleri ile kütüphanelere sığmayacak romanlar oluşturabiliriz. Ama elinde pek çok imkanı olan şehirli kadın bu şizoid yaşantısından dolayı mutsuzdur. Ruhu dibine kadar edilgen ataerkilken entelekt tarafı savaşçı amazondur. İkisinin bir arada yürümesi elbette mümkündür. Çorba tarifi gibi ataeekilliğine bir ölçek anaçlık katarsınız, amazonluğuna bir fiske müzakere, anlaşma, eşitlik katarsınız olur ama bunu yapabilmek için o amazonluğun  iyiden iyiye hücrelerce kanıksanmış olması lazım. Amazonun, bile isteye anlaşma masasına oturması lazım, eşitliği sağlayacak bilgisi ile antlaşması lazım.
   Bugün bir arkadaşım telefon açtı;sosyal medyadan kendine evlilik teklif eden birinden bahsetti. Teklifi ve ihtimal devam edecek tacizi savuşturmak için "Benim sevdiğim biri var" dediğini söyledi (böyle bir gerçek yok halbuki). Bu arkadaşım gündemi sıkıca takip eden,işi gereği gece yarısı eve dönmek zorunda kalan,elektiriğini,suyunu hiç kimseden yardım almadan ödeyen,yurt dışında eğitimler veren,aydınlık vs.vs.biri. Kendine yapılacak olası taciz için sözle de olsa bir erkeğin korumasına sığınıyor. Bu işin bir başka versiyonu parmağa yüzük takıp korunma. Korunmasında hiç bir erkeğin katkısı yok. Yırtıcı şehir hayatının içinde kendi adına düello yapan bir kadın. Ama düellolarının başarısını bir erkeğe hem de olmayan bir erkeğe teslim ediyor.
   Eğer benim örgüt bilincim ve erkim olsaydı önce şehirli kadını örgütlerdim. Şehirli kadının "kendisi olabilme" güzellemesinin destanını yazardım. Erkek koruyuculuğu olmadan hayata harcadıkları emeklerin kutsiyetini teslim ederdim. Yıpranmışlık, delik deşik edilmişliklerinin hakkını  'koruyucuya' teslim etmenin kendilerine ihanet olduğunu öğretirdim. Ben önce şehirli kadını örgütlerdim. Ne yazıkki böyle bir sosyolojik gücüm yok, o yüzden sadece çağrıda bulunuyorum; 'Var' olun. Kendi varlığınızla gurur duyun. Gücünüzün yansımasını mutlaka ve mutlaka toplumun muhafazakar kesiminde de göreceksiniz. Bu bir bakıma fizik kuralı değil mi? Bu aynı zamanda görev değil mi? Işık, uzaktaki karanlığı aydınlatır. Ruhlarınızı eğitin kadın arkadaşlarım. Bilinciniz ile ruhunuzu aynı paralellikte götürün. Ufacık ayrıntıda bile kendinizi gözetin. Bunu yapabilirsiniz. Siz kadınsınız.






2 Şubat 2019 Cumartesi

HAYDARPAŞA

 
 Bir kaç gün önce yaptığım Sarayburnu ziyaretinden sonra sizin de tahmin edeceğiniz gibi Haydarpaşa'yı görmek istedim. Yeniden doğuşlarımın mekanını. Uzun zamandan beri vapur geçişlerimde gördüğüm Haydarpaşa'nın yakından beni bu kadar üzeceğini tahmin etmemiştim. Belki size önce Vezneciler'de yaptığım aktarmayı anlatsam daha iyi olur. Evvelki salıydı,Gaziosmanpaşa'ya gitmek için Vezneciler'de aktarma yaptım. Bir aktarma aralığı ne kadar sürebilir ki, o kısa süre görebilen,duyabilen bir insanın kahrolması için yeterli süreydi. "Nasıl insan kendi vatananına bu kadar düşman olabilir? Nasıl bu kadar kötü olabiliriz? Nasıl bu kadar cehalet içinde yüzebiliriz? Nasıl voleyi vurmak , kısa kazançlar için kültür katili olabiliriz?"soruları, içimi sızlatırken  kafamda Cüneyt Arkın'ın gözlerine mil çekilmiş görüntüleri eşliğinde kanayan gözlerimle dolaştım uzun süre.

    Tarih manyağı olduğum söylenemez. "Değerlerimiz,değerlerimiz.."diye dolaştığım torunculuğum da yok. Peki beni üzen ne bu kadar? Gördüğüm,kahrolduğum görüntüler sadece iki,üç taş binaya çakılmış çiviler,pimapenler,eternitler değildi. O tarihi binaların altındaki büfelerde,mağazalarda ucuz amaçları,insanın burnunu sızlatan küf kokulu ruhları,asla anlamayacağına kanaat edilen beyinleri,bir başkasının hislerine olan aşağılamaları görüyordum.Sığ beyinleri,sığ ruhları görüyordum. Çıkışı olmayan üst sınır bir medeniyetsizliğin içinde yaşamış olmanın gerçeği ile yüzleşiyordum. Medeniyet "Benden sonra?" sorusunu öngörür,"Biz" algısını ifade eder ve bu 'biz'in içine tüm insanlığı koyar,kolektif ekonomiyi,kolektif kültürü öngörür.
   İstanbul'un bu tarihi mekanları, kültürden ekonomiye yaşadığımız tüm olumsuzlukların nedenini,nasılını açıklayan koca bir kitap gibi. Estetik,güzellik kavramlarının yok edildiği  zombi istilasındaki bu şehir her gün daha fazla çürümüş ruhların yemi olmaya devam ediyor. Tarihi, Haydarpaşa'dan bile eski olan değerleri hoyratça harcayan ceset ruhlar Haydarpaşa'ya ne yapmaz ki?!  Estetik bir değere bakarken sadece o metanın oluşum sebebini izlemezsiniz.Estetiği sanat yapan şey de budur. Haydarpaşa'ya sadece TCDD Anadolu yakası bölge binası olarak bakabilir miyiz? Şehrin, hayalleri, umutları ,başlangıçları ve vedaları davet eden sinematik kapısı değil midir Haydarpaşa? Elinde meşalesi ile özgürlük vaad eden Özgürlük Heykeli gibi kurtuluşu vaad etmez mi o şiirsel duruşunda?
   Sarayburnu hikayemde demiştim ya "Haydarpaşa meğer suskunluğunu Sarayburnu'nda kusarmış "diye,hergün binlerce kez tecavüz edilen o rahim Haydarpaşa, yok olan insanlığımızı da kusarmış Sarayburnu'na.
Yine,yeniden doğmak için gittiğim Haydarpaşa bu defa konuştu benimle tadilat brandalarının altında ; iyileşmenin tükenmekten yorucu olduğunu söyledi. Umut etmenin kaybetmekten zor olduğunu söyledi. Bana kendi üzüntülerimle meşgulken, her zaman vefada olanlarınların,dik duranların da yorulduğunu söyledi.
Haydarpaşa bana öyle imdat eyledi ki,"Ben iyi olursam bil ki ülken de iyi olur" dedi.



   















31 Ocak 2019 Perşembe

Dürüm ve Kadın

   Hafta sonu bir kadın tanıdığım başından geçen şu hikayeyi anlattı: "Yemek yiyorum,yan tarafıma bir çift oturdu. Çiftin beraberlikleri bariz belli çıkar ilişkisi. Adam dürümünü sardıktan sonra kadın "Ay çok güzel sardın,benimkini de sarsana!"dedi ve adam sarmaya başladı. Şaşkınlıkla bakakaldım. Erkeğin dürümü sararkenki fetih egosuna inanamadım"
   İlişkilerde erkeğin kendini erkek gibi hissetmesi için karşısında onu erkek gibi hissettirecek bir kadının olması gerekiyormuş. Nedir bu 'erkek gibi hissetme' olayı? Korunmaya ihtiyacı olan,güç gerektiren işleri yapamayan,teknik işlerden hiç anlamayan,otomobilin geri vitesini çalıştıramayan,çabuk ağlayan,kendi başına bir yerden bir yere gidemeyen,ampul değiştiremeyen,kültür seviyesine göre sırtından sopa,karnından sıpa eksik olmayan gibi kadınlar tarafından onore edilmesi.
  Kadınların çalışma hayatına girmesi ile erkek, erkek gibi hissetme olayından epey bir mahrum kaldı.Kadın ev ekonomisine katkı gibi densizliği yapınca erkek sanırım biraz afalladı. Hangi rolde kimlik sergileyeceğini şaşırdı. Öncesinde parasını verip köşede oturttuğu kadının duygusu ve iç dünyası ile temas zorunluluğu doğdu.Çünkü kadın artık tanınmak istiyordu.Tanımak da istiyordu bu arada. Yasak elma yenmişti bir kez herkes çıplaktı. Erkeğin afallaması kadar kadın da şaşkınlığa düştü. Bir yandan erkeğin rolünü paylaşırken geleneksel dünyasını da içinde taşımaya devam etti. Fiilen özgür oldu olmasına ama iç dünyası hala köyündeki geleneklerin ruhunu taşıyordu,bir üst erkek istiyordu ruhu.
   Buna rağmen en azından bozulan ayarını düzeltmek için de uğraşı verdi. Kocaman "Kişisel Gelişim" ,"Sipiritüellik" sektörünü besleyenlerin çoğu kadınlardı. Gelişmeyi seçti kadınlar.Zamana ayak uydurmayı seçti. Erkekse bu ayarsızlığı ,kendilerini yenilemek yerine,yanındaki kadına şükranını geliştirmek yerine onları hala 'erkek gibi hissettirecek' kadınları satın alarak kapatmaya çalıştı. Bu satın alışta bu zaafı fark eden kadınlar tarafından gönüllü ya da gönülsüz sömürüldükleri  oldu. Sömüren kadınlar tarafından erkek olma itibarını yeniden kazanmanın şaşkınlığı ile vefa ve özveri ile  yoldaş olan kadınların epey hakkını yediler. Bu kadınların kendilerini bulma yolundaki şaşkınlıklarını kullandılar. "Sen güçlü kadınsın"deyip o kadınların duygusunu,bedenini hatta parasını kullandılar. Bu kadınlara yetemeyen o adamlar başka yerde başka kadına gayet başarılı erkek oldular. Yani bulundukları yerde gelişmek yerine başka yerde Abdurrahman Çelebi olmayı tercih ettiler.
 'Güçlü kadın' ya da 'erkek gibi kadın' diye tabir edilen kadınlar başlangıçta bu erkeklere toplumsal baskı,iç dünyalarındaki kabul edilme arzusu,yalnız kalma korkusu gibi bir çok bir çok sebepten fazlasıyla taviz verdi. Kullanması ,elde tutulması çok kolay olan bu erkekleri ,kendi hakikatlerini bulmaya çalışırken, değişik tiyatral oyunlarla elde tutmayı tercih etmek istemedi güçlü kadın. Yıprandıkça akıllandı,kullanıldıkça yalnızlığın,kişiliğini bulmamış,sahte bir erkekle beraber olmaktan daha kaliteli olduğunu fark etmeye başladı. Kaypak bir erkeğin hayatında kupon olmak yerine tek başınalığın hazzını almaya başladı. Erkek dünyasının bencilliğine uyandıkça içindeki töre kadınından da kurtulmaya başladı. En önemlisi bu kadınlar  kendi dürümlerini hiç bir erkeğin kendileri kadar güzel saramayacağını keşfetti. Kendini bulan kadınların sayısı her geçen gün artıyor .Erkekler yeni kıtalarda fatih olmaktansa bulundukları yerde gelişmeye mecbur kalacaklar. Ergen ruhları büyümeye mecbur kalacak. Dürümlerin gücü adına güç kendini keşfeden kadında artık.



27 Ocak 2019 Pazar

Haydarpaşa'dan Sarayburnu'na

   Ben iflah olmaz bir kumarbazım.Bu sebepten çok borcum var.Poker,barbut falan değil yanlış anlaşılmasın.Geçmişte cebimde bir lira bile yokken defalarca dükkan açma girişimlerim oldu. Sermayesiz açılan iş yerlerimde masaya koyduğum sermaye,iş gücüm ve geleceğim oldu. Her zaman bir sonraki işimde daha iyi bir yaşantım olacak umudu ile o ticaret denen kumar masasında epey oyalandım. Şimdi masa değiştirdim ama kumara devam. Network marketing denemelerini saymazsak iş kurmuyorum fakat bunaldığım yerde kredi çekiyorum. Nefes alamadığım zamanlar oluyor borcun yükünden. "Amaaan!!" diyorum. "Doktora terapiye vereceğime bari elim bollansın" gibi mazeretlerle kendimi kandırıp borcumu borçla kapatıyorum. Elimde olmadan gelecekten hep ümidim oluyor, kumarbazın bir sonraki elden umutlu olması gibi."Bu defa kurtarıcam "diyorum hep.Geleceğimi masaya yatırmaya devam ediyorum.
 İki aydır devam eden hesaplarımın altında seyreden kazancım sonunda yine bende panik,bunalım,mutsuzluk  halleri başladı.Cumartesi günü işe giderken Zahit Atam'ın Yılmaz Güney üzerine otobiyografik kurguyla yazdığı "Direnmenin Trajedisi" kitabını okuyorum. Sarayburnu hikayesini anlattırıyor Güney'e ; " Ben İstanbul'a geldiğimde Adana'dan bilmediğim bir şey öğrenmiştim,insanlar kendilerine gelmek için Sirkeci'den ya da Yenikapı'dan Sarayburnu'na kadar yürüyorlardı,adı üstünde Topkapı Sarayı'nın hemen alt kısmındaydı,aradan sadece yol geçiyordu.Birgün oradan geçerken edebiyatçılarla birlikte,"ölürüm de ele güne karşı avucumu açmam"deyince,arkadaşlar "aman Yılmaz,hayırlı konuş,hem de burada"dediler.Niye ki diye sordum.O zaman anlattılar,orada denize atlayanın ardından kimse kurtarmak için atlamazmış,hem dalga hem de akıntı varmış,o yüzden İstanbul'un tutunamayanları orada hayata elveda diyorlarmış,tescilli intihar yeriymiş.Dalgıçlar orada ceset ararken pek çok ana "oğlumu İstanbul yuttu"diye feryat figan edermiş. Sarayburnu yani sarayın önü bir anlamda hayata karşı direnemeyenlerin pes etme yeriydi ve ben de ne yapıp etmeli hayata tutunmalı ve kendimi kabul ettirmeliydim."
  İçimdeki bunalımında etkisiyle işimi bitirir bitirmez gitmek istedim Sarayburnu'na."Seni yenicem İstanbul"denip nice umutlarla gelinen Haydarpaşa'nın öteki yakasında yüzleşmek istedim şehirle. Umutlarım ve kayıplarımla yüzleşmek istedim.
  Bunalımlı anlarımın bazılarında gitmişliğim vardır Haydarpaşa'ya.Konuşurdum onunla,sırtımı ona verip İstanbul'la."Seni yenme derdinde değilim,bir minderlik yer versen yeter" derdim.Ses vermezdi. Demek ki suskunluğunu Sarayburnu'nda kusarmış Haydarpaşa bilmezdim.
  Sularını izledim Sarayburnu'nun,nasıl da sevimli ve güzel.Dalıp yüzme isteği uyandırıyor.Kim umar ki o güzelliğin altında nice annenin "İstanbul evladımı yuttu "feryadının olduğunu!..
  Hem kırgınlıkla hem hayranlıkla baktım Sarayburnu'nun sularına.Hadi benim aptallıklarımla denize attıklarım vardı ama İstanbul'un da yuttuğu az değildi ki. Çok da büyük şeyler istemedim,biraz daha insani yaşayayım diye uğraştım,kimine 'yürü ya kulum'derken benim tuttuğumu elimde bıraktı. Aşklarımı bile yuttun Sarayburnu.Aşk yutulur mu? Onları bile bıraktık o dalgalı akıntına.Hiçbir aşkın fırtınası senin dalganı yenecek kadar büyük değilmiş demekki. Kaç tane kendimden boğuldu o sularda.Sen boğdukça ben Haydarpaşa'da yeniden doğdum. Bu ölüm-kalımın galibi kim olur bilmiyorum.Bildiğim o ki, Sarayburnu'nda boğuldukça bu şehre daha çok gömülüyorum.


8 Mart 2018 Perşembe

Düşüş


Bir kaç hafta önce "Bir Dinzorun anıları" kitabını okurken Mina Urgan'ın dolmuşta geçen anısı epey dikkatimi çekmişti. 1964 ya da 65'te üstü başı dökük bir grup insan Dolmabahçe'ye doğru Adalet Partisi mitingine katılmak için coşkuyla,hazla ilerliyorlarmış.Gelir düzeyi pek iyi olmadıkları belli dolmuş yolcularının da destek verdiklerini farketmiş ve dayanamamış azarlarcasına sormuş (kısa anlatmaya çalışıyorum bu yüzden cümleler aynen değil) ,"Biz işçi partisini sizler gibi düşük gelirdeki insanlar rahat yaşasın diye kurduk,neden sizi sömürecek bir partiyi destekliyorsunuz" Hepsi de araçtan inerken şaşkınlıkla"Bilmiyoruz,Bilmiyoruz..." diye inmişler.
Fotoğraftaki kitapta da şöyle bir olay geçiyor:
Fabrikanın birinde işçiler yaşanması imkansız koşullarda sefalet içinde yaşıyorlar barakalarda.Fareler cirit atıyor ortalıkta ,hatta bir çocuğun kulağını kemiriyorlar falan.Nasıl oluyorsa isyan ediyorlar ve Parti İl Meclisi'ne mektup gönderiyorlar. Parti sekreteri hemen arabasına atlayıp gidiyor.Veria denen bu adam ne zaman iyi olacağını,ne zaman acımasız olacağını,ne zaman yalayacağını çok iyi bilen tam bir ayakoyunları adamı."Nedir derdiniz?"diye soruyor. Korkmuş ve susmuş işçileri cesaretlendirip konuşturuyor. Her biri bağıra çağıra bişeyler anlatıyor.(Yine kısa keseceğim) İşçilerin gözü önünde Müdür'ü aşağılıyor,hakimiyet milletindir edebiyatı yapıyor ve işçilere dönüp "Çocuklar,doğru müdürün evine ne bulursanız alın" diye talan müsaadesi veriyor. Yine korkan işçileri kendi korumalarını önden yollayıp cesaretlendiriyor.İşçiler "Yaşasın Veria! Yaşasın Veria" çığlıkları ile masa,sandalye... ne varsa taşıyorlar barakalara.İşlem bitince Veria "Bu mükafata karşılık bir saat fazla çalışırsınız her halde,hak yerini bulmuş olur doğru değil mi?" diye soruyor. Eşyalarla sarhoş işçiler "Doğru,doğru..." diye cevap veriyor ve Veria ,müdüre dönüp"Yoldaş Müdür,bunu not et ve işçilerin isteğini yerine getir" diye emir veriyor.
Bir ay sonra kendilerini bile sığdıramadıkları barakalardan o güzelim eşyaları çıkarıp avluda çürümeye bırakıyorlar.Müdürün evi eskisinden yeni döşeniyor,işçilere kalan bir saat fazla mesai oluyor ve Veria'nın şahane hareketleri ile onları nasıl müdafaa ettiğine dair anılar.
Sefil insanların sefaleti nerede başlıyor bilmiyorum.
"Bilmiyoruz!,Bilmiyoruz.." beyinlerinin mi ruhlarının mı sakatlığı?!?!
Bilmiyorum,bilmiyorum...

                                              

4 Ocak 2018 Perşembe

Medeniyet ve Diyanet

Medeniyet denince onun ne olduğunu sanıyorsunuz? Teknoloji?
Okuma yazma oranı,kültür? Güncel ritüeller?
Çok basittir biliyor musunuz? O minik ayrıntıyı yakaladığınız zaman yukarıdakilerin hepsi kendiliğinden oluşur.
Medeniyet sadece "Benden sonra?" diye sorabilmektir.'Benden sonra'sı için endişelenebilmektir. 
Elinizdeki pet şişeyi çöp konteyneri bulana kadar taşıyorsanız,yere atma düşüncesi sizde 'Sonra buralar ne olur?' endişesi yaratıyorsa medeniyetin öngördüğü çevreye duyarlı insansınızdır. Kurumunuzda yasa dışı uygulama varsa ve siz bunu zarara uğramamak için görmezlikten gelme yerine pahası ne olursa olsun gerekli yere şikayet ediyorsanız medenice davranmış olursunuz,çünkü "Ya sonra!?" diye sormuşsunuzdur.İnancınız konusunda hassas olduğunuz halde başka inançta insanlar istismar ediliyorsa ve bu istismar sizin avantajınıza bile olsa itiraz ediyorsanız medenice davranmış olursunuz ,çünkü "Ya sonra!?" diye sorduysanız devran dönüp aynı uygulamanın sizi de rahatsız edeceğini bilirsiniz. Millet meclisi bütçe açıklamalarını yaptığında tamamen kişiye özel bir bakanlığa mesela diyanet işleri bakanlığına 8-9 bakanlığın toplam bütçesinden daha fazla ödenek ayırdığını duyduğunuzda bu kararı iptal ettirene kadar itiraz ederseniz medenice davranmış olursunuz çünkü bilirsiniz ki bu kurum gün gelir 9 yaşındaki kız çocuğunun evliliğini caiz kılabilir.
Medeniyet "Benden sonra?"," Ya sonra?" diye sorabilmektir. Bizler medeni insanlar değiliz. Bizlerin empati yaptığı şey sonrası,bizden sonrası değil, o anki duygudaşlık.Biz "Ya sonra?" diye sormak yerine "Yok ya,o kadar da değil,oraya kadar gitmez..." kehanetleri ile günlük yaşıyoruz.Sonrasında da elimizde hashtaglerden başka silah kalmıyor. Medeniyet her zaman daha ileridedir.İleriyi düşünebilmektir medeniyet.
Ülkenin geldiği nokta gösteriyorki çok şeyde geç kaldık ama bu bizi ümitsizliğe düşürmesin. Zararın neresinden dönülse kârdır. Ölümden başka dönüşü olmayan yol yoktur. Bu saatten sonra bizler,iyi insanlar egolarımızı rafa kaldırıp "Benden sonra?" diye sormayı alışkanlık edinelim.Kendi çıkaramıza karşı bile olsa birlik içinde geleceği düşünerek sorunlar henüz çekirdekken müdahale edelim. Ülkemin,çocuklarımızın medeniyete ihtiyacı var. Bizlere,biz iyi insanlara ihtiyacı var. Günlük duygudaşlık hastalığından kurtulalım. Çocuklarımız için medeni olalım. Sonrayı düşünmeyi alışkanlık edinelim.

4 Kasım 2017 Cumartesi

Adanın Atları


   Atlara üzülüyorum. Dünyanın insanların tekelinde olmadığının bilincinde olan biri olarak fazlasıyla üzülüyorum. Ama her zaman üstüne basa basa anlattığım dilime pelesenk olan söylemim var ya, bizler hiçbir zaman doğru adrese tepki vermiyoruz. En akıllımızdan en aptalımıza,en naziğimizden en cahilimize kadar akım neredeyse tepkimiz de o adreste oluyor. 
   "Adanın atları ölüyor o zaman ata binme atlar kurtulsun". Hayatımda gördüğüm en şaşkın adresli tepkilerden biri de bu işte. Çünkü ilkel,çünkü aslında çözüm değil,çünkü etraflıca düşünülmemiş,çünkü medeniyetten uzak.
   Bütün söylediklerim tuhaf değil mi? Nasıl olur?
   Baylar,bayanlar çözümsel tepki "Atlara binme atlar kurtulsun" olmaz,olamaz. Çünkü medeniyet dediğin şey sanatından bilimine belli bir kapital temeli üzerine kurulmuş inşadır. Burada sorun olan şey atların ölmesi değil neden ve nasıl öldüğüdür. Ama dediğim gibi bizler her zaman yanlış adreslere saldırıda bulunduğumuz için sorunun merkezine gitmiyoruz. Ülke prestiji için tek bir aileye akıl almaz ödenekler harcayabiliyor ama tarihi anlatımı olan bir resim için ödenek aklımıza gelmiyor. Burada faytoncunun geliri ile atı doyurma gideri arasında dengesizlik mi var? Bu adamlar vergi indiriminden vs. mi faydalanmalı,belediyenin-devletin faytonculara destek ödeneği mi olmalı. Bu faytoncuların atları aç bırakması gelir gider tablosundaki dengesizlikten mi,kötü niyetten mi? Yabancı memleketleri gezenler anlatır, "Gittiğimiz yerde tarihi binadan başka hiçbir şey yoktu. Yüz yıllık evlerini satıyolar başka bir şeyleri yok...vs.." Tarih para kazandıran bir şeydir. İlgi gösterirsen,bakarsan. Tarih bir kültürdür ve kültür gelir getiren bir şeydir. Eğer sen bu fayton kültürünü" Ada'yı bok kokutan taşımacılık" dışına çıkartmazsan ölen sadece atlar da olmaz.
   Ben bu yazıyı atları öldürmeye devam edelim diye yazmıyorum. Ben yanlış adreslerde çözüm aramayı bırakın artık diye yazıyorum. Tarih denen şey sadece çeşme,bakraç değildir,hareket eden tarih vardır unutmayın diye yazıyorum. "Atlara binmeyin" kampanyası kadar "Atları hakkıyla hukukuyla yaşatmaya mecbur edelim" kampanyaları da kurgulayalım diye yazıyorum.
Ben bu yazıyı AZ düşünmeyi bırakalım artık, ÇOK-ÇOKLU düşünmeyi öğrenelim tavsiyesi için yazıyorum,atlar bahane